"Hanımları Allah’ın emaneti değil de, ‘arzu nesnesi’ olarak gördüğümüz vakit, her türlü kötülük başlıyor, yaşanıyor" diyen Yeni Şafak yazarı İbrahim Tenekeci, "Sakıncalarını bilmekle beraber, bunu söylemek zorundayım: Aile içi şiddete maruz kalan yahut kocaları tarafından öldürülen kadınların bir kısmını inceledim. Fotoğraflarına baktım. Birinci ortak noktaları, fiziki açıdan ‘yeterince’ güzel olmamaları. Demek ki ‘aranan şartlar’ arasında gönül güzelliği yok. Öze değil, göze hitap etmek var" ifadelerini kullandı.
Tenekeci yazısında "Gözümüzle görür, gönlümüzle duyarız. Duymak, görmekten önce gelir. Fakat her şeyi görme ve dokunma duyularına göre programlarsanız, işte bunlar olur, oluyor" ifadelerine yer verdi.
İbrahim Tenekeci’nin Yeni Şafak’ın bugünkü (18 Şubat 2015) nüshasında "Şerrin azı da çoktur" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
Bizde ana haber bültenlerinin çoğu hep aynı cümleyle başlar: ‘Yine yoğun bir gündemle karşınızdayız.’ İşte bu yoğunluk, artık gönlümüzü yormaya başladı. Usanmak diyelim.
Adem Özköse şöyle sitem etmişti: “Kardeşane uyarıda bulunmanın bile zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Çünkü bir sürü ahlak fakiri linç etmek, saldırmak için mevzide bekliyor.” Karşılıklı veya kendi aramızda. Fark etmiyor
Sözünü ettiğimiz yoğunluğa bir de ‘linç kültürü’ eklenmek üzere. Mesela kadın haklarını savunanlar, kadınları hedef gösterebiliyor. Cinsel tacizi kınarken, dinsel tacizde bulunabiliyor.
Her yüz kızartıcı suçu, biçimsiz işi, İslamiyet’in hanesine yazmaya çalışanların sayısı da hiç az değil. Galiba şunu söylememizi bekliyor, istiyorlar: “Müslüman olarak doğduğum ve kaldığım için sizden özür dilerim.” Artık diyelim: İşte böyle kimseleri idare etmekten, yaptıklarını alttan almaktan yorulduk. Onlarla mücadele etseydik, herhalde bu kadar yorulmazdık. En iyisi, Feridüddin Attar’ın bir sözüyle cevap vermek: “Olmayacak bir şeyi isteyen, gece gündüz şaşkınlığa uğrar.”
Evet, gelişen ve kökleşmeye başlayan bir linç kültüründen söz edebiliriz. Bir edebiyat dergisiyle ilgili dört yıl önce yazılmış yorumu yeniden gündeme getirmek. On ay önce yapılmış bir konuşmanın küçük bir bölümünü tekrar servis etmek. “Batı ülkelerinde de cinsel istismar ve canilik oluyor, fakat kimse suçu hıristiyanlığın üzerine atmıyor” diyen bir hanım yazara türlü eziyetler yapmak. Yazar burada, “sapıkların, canilerin, zalimlerin dini yoktur” demek istiyor. Bıraksak, söyleyecek, derdini anlatacak. Fakat ne mümkün.
Bütün bu hengame içinde, yeni bir kötü alışkanlığımız daha oluyor: Ölümleri kullanmak. Oysa ölüm, özellikle bu topraklarda ve kültürümüzde, kullanışlı bir malzeme değildir. Buna rağmen, ölümler üzerinden insanları ve bazı kurumları yıpratmaya çalışıyoruz. İhmali olanlar elbette adalete teslim edilsin. Cezalarını çeksin. İtirazımız başka.
Şimdi öyle bir yere geldik ki, “yapmayın, siz kardeşsiniz” diyenler korkaklıkla suçlanıyor. Garip ama gerçek: Niye dövüşmüyorsun diye insanları dövüyorlar. Üzüntüsünü ispat edemeyenlere ağır hakaret ediyorlar. Sormadan edemiyoruz: Bu gidiş nereye?
Unutmayalım ki, şerrin azı da çoktur.
***
Bazı insanlar yakını, bazıları da uzağı gösterir. Hayır, gözlük benzetmesi yapmayacağım. Biri dikkattir, diğeri rikkat. Akıl ve kalp. Yani basiret ve feraset sahibi olmak.
Kız evladı korkunç bir şekilde katledilen Mehmet Aslan’ın sözleri ve duruşu, uzağı göstermesi açısından çok kıymetlidir. Ateşin içinden sesleniyor. “Güzel ve doğru olanı seçelim” diyor. Dostluk ahlakını, kardeşlik hukukunu ve millet olmanın şartlarını hatırlatıyor. Sabır tavsiye ediyor. Hepimize insanlık dersi veriyor. Bunları bir başkası söyleseydi, muhtemelen lince maruz kalırdı.
Devleti yönetenlerin, milletten sorumlu olanların, elinde imkân bulunanların, düşünmeleri ve yapmaları gereken çok şey var. İşte onlardan biri: Ekonomik kalkınmayı öne çıkarmak, neleri geride bırakıyor? Ahlakî çözülmeyi rakamlarla durdurabilir miyiz? Manevi boşluğu maddiyatla doldurmak mümkün müdür? Bir de adaletli kalkınma bahsi var ki, hiç girmeyelim.
Yollarda, reklam panolarında, alış veriş merkezlerinde, velhasıl günlük hayatın her anında ve alanında, sürekli milletin aklına işlenen bir çirkinlik söz konusu: Kadınları arzu nesnesi olarak gösteriyorlar. Filmler, televizyon dizileri, gazeteler, sosyal medya; hepsi. Kendimizden örnek verelim: Mütedeyyin camiaya mensup bazı gazetelerin hazırladığı anneler günü sayfalarına, eklerine bir bakın. Ne göreceksiniz? Hep genç ve güzel hanımlar. Başkalarını bırakalım da, muhafazakâr kimselere ait şirketlerin reklamlarına bakalım. Mesela çikolata ve dondurmayı nasıl pazarlıyorlar?
Fiziki güzelliğin neredeyse tek ölçü olduğu / olacağı bir hayata doğru gidiyoruz. Kadın veya erkek. Kanuni Sultan Süleyman devrinin anlatıldığı dizide, Şehzade Mustafa’yı yakışıklı bir genç oynamasıydı, üzüntümüz yine aynı olur muydu? Sanmıyorum. Şehzade Mehmet’in akıbetini hatırlayalım.
Hanımları Allah’ın emaneti değil de, ‘arzu nesnesi’ olarak gördüğümüz vakit, her türlü kötülük başlıyor, yaşanıyor. Halkın manevi açıdan zayıf halkaları, yazılamayacak kadar acı şeyler yapabiliyor.
Sakıncalarını bilmekle beraber, bunu söylemek zorundayım: Aile içi şiddete maruz kalan yahut kocaları tarafından öldürülen kadınların bir kısmını inceledim. Fotoğraflarına baktım. Birinci ortak noktaları, fiziki açıdan ‘yeterince’ güzel olmamaları. Demek ki ‘aranan şartlar’ arasında gönül güzelliği yok. Öze değil, göze hitap etmek var.
Gözümüzle görür, gönlümüzle duyarız. Duymak, görmekten önce gelir. Fakat her şeyi görme ve dokunma duyularına göre programlarsanız, işte bunlar olur, oluyor. Belli bir yaşın üzerindeki birçok hanımın güzel görünmek için verdiği yorucu ve yıkıcı mücadeleyi de hemen buraya ekleyelim. Mutlaka konuyla bir ilgisi vardır.
Yazılanlar ve yaşananlar üzerine ancak şu denilebilir: Kabahat sadece bir kesimde, bir zihniyette değildir. ‘Suçun büyüğü’ herkeste, hepimizdedir.
***
Yazımızın üçüncü bölümü, bir canlıyı yakmak. Nasipse, cumartesi günü devam edelim.