Yılmaz Özdil
(Hürriyet, 1 Haziran 2012)
Bembeyaz ekmeğini maden ocaklarının zifiri karanlık dehlizlerinden çıkaran babanın, evladıydı. Bi yandan çalıştı, bi yandan okudu, öğretmen oldu.
İlk görev yeri, ücrada, patikadan başka yolu olmayan bi köy, gitti. 1980... Darbe. Solcu dediler, tutuklandı. Yattı. Çıktı. Sürüldü. Ordan oraya. Defalarca. Soruşturma açıldı. Aklandı. Dava açıldı. Kazandı. Senelerce boğuştu, hepsinden haklı, hepsinden tertemiz çıktı. Doğru bildiğini söylemekti tek suçu... Aşık oldu. Evlendi. Eşi de öğretmendi. Oğul doğdu. Ulaş. Okuttu. Bize emanet etti, İzmir’e, Ege Üniversitesi’ne gönderdi. Emekli oldu. Taksitle anca iki göz oda, ev aldı. Tapusunu eşinin üstüne yaptı. Hayatı boyunca parasızlık çekmiş, parayla hiç işi olmamıştı. Ödenmeyeceğini bile bile arkadaşlarına kefil oldu, ödediği borçların haddi hesabı yoktu. Hiç otomobili olmadı mesela. Öğrencileriydi onun serveti... Bi de, Tukaş.
*
Kurzhaar cinsiydi. Sevimli mi sevimli, kahverengi burun, beyaz kırçıllı, yelpaze gibi koca kulaklar. Yavruyken getirmişlerdi, Tukaş salça kolisinde... Güldü. E adıyla beraber gelmiş, Tukaş olsun adı dedi. Can yoldaşıydı. Avcıydı çünkü. Ama, avcılığı da bi acayipti. Vuran değil. Kurtaran. Bi defasında yaralı geyik buldu, evine getirdi, tedavi etti, doğaya saldı; yaban hayatı koruma derneklerinden sayısız ödülü vardı. Atmaca beslerdi. Büyütür, bakar, günü gelince özgürlüğe uçururdu, hiçbir canlı tutsak olmamalı derdi. Çevreciydi. Artistlerinden değil. Aktiflerinden. Derelere santral kurulmasına karşıydı. Vatan topraklarının peşkeş çekilmesine itirazı vardı. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın yalakalığı, ona göre değildi. Tırsmaz, yüreğini ortaya koyardı. Baktılar, susmuyor. Gözüne gaz sıktılar. Öldürdüler.
*
Öğretmen gitti... Hayata küstü Tukaş. Şalteri indirdi.
*
Kefen içindeki arkadaşı, evinin şuncacık mesafesinde toprağa verilirken, en öndeydi. Sabaha kadar nöbet tuttu kabir başında, kokladı toprağı, inledi... Bi daha asla gitmedi. Yanından bile geçmedi. Yemeyi içmeyi kesti. Yedisinde mevlit okunana kadar, yuvasından çıkmadı, ağzına tek lokma sürmedi. Kahkaha dolu gözlerinde, artık sadece hüzün hakimdi. Halk Festivali yaptılar bi süre sonra, öğretmen’i andılar, sanki telefonla davet edilmiş gibi, koştu, yürüyüşe katıldı iyi mi.
*
Ve...
*
Oğul, okul için mecburen İzmir’e döndü, anne, oğlu’na taşındı, incir ağacı dikilen baba ocağında, amcanın yanında kaldı Tukaş... Zorla ağzına tıkıştırılıyor ama, yemiyordu, iğne ipliğe dönmüş, iyiden iyiye zayıflamıştı. Yalvarıp, yakarıyor, hiç olmazsa birazcık değişiklik olsun, hayata bağlansın diye av’a götürmek istiyorlar, çok sevdiği, uzman’ı olduğu halde, gitmiyordu. Mecali yoktu. Bırak ava eşlik etmeyi, gezintiye çıkmayı bile istemiyordu.
*
Taa ki, o sabah...
*
Amca ve dostları, bagajı yüklerken, fırladı yerinden aniden, eski günlerdeki gibi, atlayıverdi arka koltuğa... Şaşırdılar. Sevindiler aynı zamanda, okşayıp, öptüler onu. Ama, suratlarına bile bakmadı. Yol boyunca sessizdi, pencereden dışarı baktı hep, dalgııın dalgın... Vardılar. Az biraz iz takibi. Avucunun içi gibi bilirdi oraları... Buldu hedefi. Arkasına dolandı, havlaya havlaya, sürdü namluların ucuna. Drannn... Boynuz gibi azı dişlerine sahip, azılı tabir edilen, erkek yaban domuzu vurulmuştu. Düşmedi. Ölmez hemen. Bilen bilir, yaralıyken, en tehlikeli halidir. En iyi de, Tukaş bilirdi. Senelerin tecrübesi. Normalde, yaklaşmaz, etrafında dans eder gibi döner dolanır, çıldırtır, bitirici vuruş gelene kadar dikkatini dağıtırdı.
*
Öyle yapmadı maalesef... Direksiyonu tam gaz uçuruma sürer gibi, üstüne yürüdü, karşısına dikildi, dişlerini kılıç misali sallayan domuzun burnunun dibinde, heykel gibi çakıldı, bekledi. N’apıyorsun çığlıkları nafile, kılını kıpırdatmadı, kararını çoktan vermişti, bile bile kestirdi kendini.
*
Hasretten ölemeyince... Kahrına son vermişti Tukaş.
*
Hani, Mustafa Kemal’e vefalı, ideallerine sadık, kalemini satmayan gazetecilere “köpek” filan deniyor ya bugünlerde... Tukaş kadar “insan” olsak, yeter.