Türkiye'den daha önce Galatasaray ve Beşiktaş'ı çalıştıran, şimdi de Ukrayna'nın Shakhtar Donetsk takımını çalıştıran teknik direktör Mircia Lucescu, Galatasaray'da görev yaptığı dönemde yaşanan bir olayı anlattı. 2001’de Galatasaray’ın Real Madrid’i konuk ettiği Şampiyonlar Ligi çeyrek final maçının devre arasında Rumen yıldız George Hagi’nin, teknik direktör Lucescu’ya bağırdığı ve oyun taktiğini değiştirdiği, Galatasaray’ın da bu taktikle ilk yarısını 2-0 yedik durumda tamamladığı maçı 3-2 kazandığı iddia edilmişti. Hagi de bu iddiaları doğrulayan açıklamalar yapmıştı. Ancak Rumen teknik adam, bu iddia ile ilgili "Hagi bana bağıramaz, ben ona bağırırım" dedi.
Lucescu Türkiye'den hiçbir takımın Şampiyonlar Ligi şampiyonu olamayacağını söyleyerek, "Hayır, imkânsız. Şu an için bu imkânsız. Avrupa’nın doğusundan bir takımla Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale çıkmak kupayı kazanmaya eş değer. Çünkü bu farklı bir futbol, farklı bir tarih, farklı bir kültür. Onlar çok daha güçlü. Çok daha farklı bir ligde mücadele ediyorlar" ifadelerini kullandı.
Ukrayna’da yaşanan iç savaştan en çok etkilenen kentlerden Donetsk’te olan Mircea Lucescu, evinin kapılarını ilk kez tv360’a açtı. Lucescu, Türkiye’de geçirdiği yılları anlatırken, 13 yıldır bir sırrı da aydınlığa kavuşturdu.
Shakhtar Donetsk’te 10 yılı geride bıraktınız. Kazandığınız kupaların sayısını biliyor musunuz?
Dokuz lig şampiyonluğu, beş Ukrayna Kupası, beş Süper Kupa, bir Avrupa Ligi... Toplam 19...
Biraz fazla değil mi?
Biraz fazla mı? Asla “fazla” diye bir şey yoktur. Sadece “çok” diyebiliriz.
Bu başarılarla birlikte sizin Türkiye’deki değeriniz de arttı. Galatasaray ve Beşiktaş dönemlerinizde kalitenizden kuşku duyanlar vardı ama şimdi neredeyse herkes sizin muhteşem bir teknik direktör olduğunuzu düşünüyor...
İnsanların benim kalitemden neden şüphe duyduklarını anlamıyorum. Galatasaray’la Avrupa Süper Kupası’nı kazandım, ligde şampiyon oldum. Ayrıca Galatasaray’daki ilk sezonumda şampiyonluğu çok zor bir durumda kaybettik. 32’nci haftada evimizdeki Ankaragücü maçında Okan Buruk, 30’uncu dakikada kırmızı kart gördü ve o maçı kaybettik. Biliyorsunuz... Beşiktaş’ta da aynı şekilde... Samsunspor maçında üç oyuncum kırmızı kart gördü. Seyircisiz maç cezası aldık. Bu yüzden şampiyonluğu kaçırdık. Nihayetinde belki daha iyi olabilirdi ama Türkiye’de iyi iş yaptığımı düşünüyorum.
Sonra Shakhtar Donetsk’e geldiniz...
Burada beni çok iyi bir başkan karşıladı. Hayatını futbola adamış. Aynı zamanda kulübün de sahibi. Türkiye’de bu, çok daha zor. Başkanlar seçimle geliyor ve ortalama iki yıl görevde kalıyor. Bir teknik direktörün uzun süreli sözleşme imzalaması mümkün olmuyor. Çünkü her gelen başkan kendi teknik direktörünü getirmek istiyor. Öyle olunca teknik direktörler sadece bir yıl takımda kalıyor. Bir yılda bir takım inşa edemezsiniz. Kısa vadede kazanmak çok zor. Ancak şansla bir şeyler kazanabilirsiniz. Ben Donetsk’te aradığım her şeyi buldum. Çalışma şartları çok iyi. Başkanın yeni stadı inşa etmesiyle birlikte Avrupa’da da iyi sonuçlar almaya başladık. Donbass Arena dünyanın en güzel stadı. Bunun gibisi yok. Türkler de gurur duymalı çünkü bu stadı inşa eden bir Türk firması (Enka).
Shakhtar Donetsk, sadece yönetimsel anlamda değil, sahada da çok başarılı bir 10 yıl geçirdi. Bunun sırrı neydi?
Bu 10 yıl içinde takım üç kez değişti. Sadece iki oyuncu sabit kaldı: Dario Srna ve Tomas Hübschman... Bu süreçte çok sayıda genç oyuncu getirdik, onları büyüttük ve büyük takımlara gitmelerine izin verdik. Bu kulüp için de çok iyi çünkü aynı zamanda iyi para kazandık.
Henrik Mikhitaryan, Fred, Fernando ve Willian gibi oyuncuların ayrılmalarına üzüldünüz mü?
Elbette üzüldüm, çok iyi oyunculardı. Onlarla iyi sonuçlar aldık, kupalar kazandık. Sonra Avrupa’nın büyük takımlarına gittiler. Onlarla çok iyi ilişkiler kurdum çünkü bu kulübe geldiklerinde henüz çok gençlerdi. Gelişmelerine yardım ettiğim için mutluyum.
Bu kadar genç ve gelecek vaat eden oyuncuyu Ukrayna’ya gelmeye nasıl ikna ettiniz?
Buraya geldiğimde işe bir oyuncu transfer ederek başladık. İtalya’dan o zaman genç bir futbolcu olan Matuzalem’i getirdik. Ondan sonra başarılı oldukça genç Brezilyalı oyuncular gelmek istedi. Avrupa kulüpleri Brezilyalı oyuncuları genellikle 25-26 yaşına geldiklerinde alıyor. Çünkü kalitelerinden emin olmak istiyor. Ama biz yetenekli oyuncuları daha gençken almayı tercih ettik. Tabii onlarla çok sıkı çalıştık. Haliyle ilk bir iki yıl pek bir katkı sağlayamadılar. Sabırla onları hazırladık ve yetiştirdik. Sonra adım adım yetenekleriyle kazanmamıza yardım ettiler. Bu çok güzel bir strateji ama bu stratejiyi, kulüp sahibiyle birlikte hareket ederek hayata geçirebilirsiniz. Tıpkı bizim başkanımız gibi. Çünkü o geleceği düşünebiliyor. Eğer başkanın ömrü iki yılsa protagonist davranmak istiyor, yeni oyuncular alıyor, basında hakkında iyi şeyler yazılsın istiyor. Onun için teknik direktör pek önemli değil. Hemen ilk yıl her şeyi kazanmak istiyor. Bu şekilde geleceğin takımını kurmak çok zor.
Türkiye’de savunma takımları kurmakla eleştirildiniz. Ama Shakhtar’da bunun aksini kanıtladınız...
Ama Türkiye’de savunma takımı kurduğum doğru değil! Hem Galatasaray’da hem de Beşiktaş’tayken diğer takımlardan daha çok gol attık. Gol averajımız da diğerlerinden daha iyiydi. Burada da durum aynı. Her sene diğer takımlardan daha çok gol atıyoruz. Taktiksel olarak daha farklı oynadığımız doğru ama bu başka mesele.
1985 yılında “Türkleri seviyorum” şeklinde bir demeciniz var. Oysa o zaman henüz Türkiye’de çalışmaya başlamamıştınız. Bu sevginin sebebi neydi?
Kimbilir neden seviyordum; hatırlamıyorum (gülüyor). O dönem Dinamo Bükreş’te forma giyiyordum. Türk takımlarına karşı çok maça çıktım. Statlardaki atmosferden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Bugün de aynı şekilde düşünüyorum; böyle taraftarı hiçbir yerde görmedim. Sadece Dortmund taraftarı yarışır. İtalya’da bile böyle atmosfer yok. Belki de bunun için “Türkleri seviyorum” demişimdir. Daha sonra Türkiye’de sokağa çıktığımda hemen herkesin futbolcuları tanıdıklarını, onlara seslendiklerini, selam verdiklerini fark ettim. Bundan çok etkilendim. Türkler çok duygusal insanlar ve ben bunu seviyorum. Türkiye’de olduğum zaman kendimi çok iyi hissediyorum.
1978 yılında futbolculuğunuz sırasında Fenerbahçe ile idmana çıktınız. Ardından “Kulübüm izin verirse Fenerbahçe’ye gelirim” dediniz. Peki neden gelmediniz?
Çünkü sosyalist bir yönetim vardı ve o dönem kimse bir yere gidemezdi. Çok gençtim. Evet, Türkiye’ye geldim. Yanımda Ion Nunweiller de vardı. Kulüp izin vermeyince geri döndüm. Nunweiller, Datcu, Sasu gibi oyuncular 30 yaşını geçtiği için onlara izin verdiler. 1970 Meksika Dünya Kupası’na kalma başarısı gösteren oyuncular için bir anlamda ödül gibiydi. O dönem Romen futbolu Türk futbolundan daha iyi durumdaydı. Türk takımları da Romen oyuncuların ve teknik direktörlerinin peşindeydi.
O zaman futbolcuyken Fenerbahçe formasını giymek istediniz, öyle mi?
Evet, Fenerbahçe’de çok büyük futbolcu olabilirdim. 19-20 yaşlarındaydım. Dinamo Bükreş’le 1. Lig’e çıkmıştık. Oradayken ilk uluslararası maçımı Fenerbahçe’ye karşı oynadım ve gol attım. Datcu Fenerbahçe forması giyiyordu. Aramız çok iyiydi. Daha sonra İtalya’da Pisa’da teknik direktörlük yaparken de Fenerbahçe başkanı beni aradı ve İstanbul’a geldim. Başkanla yemek yedik, kulübü gezdim. İş sadece imzaya kalmıştı ama ama ben İtalya’da kalmaya karar verdim.
Fenerbahçe’ye gelmiş olsaydınız sizin için tarih daha farklı yazılır mıydı?
Hayat bana daha sonra Galatasaray’ı çalıştırma fırsatı verdi. Sonra Beşiktaş’a gittim ama asla Fenerbahçe’ye gidemedim. Çok garip (gülüyor)... Fenerbahçe forması giyebilirdim, onların teknik direktörü olabilirdim ama ezeli rakiplerinin teknik direktörü oldum. Hayat...
Türkiye’de neyi özlüyorsunuz?
Türk oyuncularla çalışmak çok kolay. Çünkü sahada her şeylerini veriyorlar. Yürekleriyle oynuyorlar. Tabii taktiksel anlamda ve organizasyon anlamında bazı sıkıntılar var. Ama Türk oyuncular çok hızlı, agresif ve yetenekli. Ben bu tür oyuncularla çalışmayı seviyorum çünkü öğrenmeye çok açıklar. Galatasaray’da da Beşiktaş’ta da bunu yaşadım. Hasan Şaş, Ergün Penbe, Bülent Korkmaz, Emre Belözoğlu, Arif Erdem, Suat Kaya, Tayfur Havutçu, Sergen Yalçın... Sergen hayatımda çalıştığım en iyi oyunculardan biriydi. Tümer’i de çok seviyorum. Çünkü çok zeki bir oyuncuydu. Belki fiziksel olarak diğerleri kadar güçlü değildi ama çok zekiydi. Benim zamanımda çok iyi iş çıkardı.
Problem çıkaran oyuncu yok muydu?
Hayır yoktu. (Bir süre düşünüyor). Hiç yoktu. Hayatım boyunca hiçbir futbolcuyla sorunum olmadı. Futbolculara onları sevdiğiniz hissini vermelisiniz. Bu çok önemli. Onları eleştirirken ya da onlardan bir şey isterken bile anlayışlı olmanız gerek.
Gheorghe Hagi, 2001’de şampiyonlar ligi’nde Real Madrid’e karşı 3-2 kazanılan maçın devre arasında size bağırdığını söyledi. Orada neler yaşandı?
O bana bağıramaz, ben ona bağırırım (gülüyor). O sadece cevap vermeye çalıştı. İlk yarıda ondan sahanın her yerinde olmasını istemiştim. Galiba biraz kafası karıştı. İkinci yarı sahada kalmak istemedi. Sonra Jardel de ona uydu ve o da çıkmak istedi. İlk yarıyı 2-0 kaybetmiştik. Utanç vericiydi. Sonra ben bağırmaya başlar başlamaz Jardel ayakkabılarını hemen geri giydi. Onlara “Kazanmadan soyunma odasına dönmeyin” dedim. Tarihin en iyi ikinci yarı performanslarından biriydi. Aslında Pierluigi Collina nizami bir golümüzü yedi. Normalde o maç 4-2 biterdi. Onlarla karşılaşmak bile önemliydi.
Kariyeriniz boyunca hakemlerden şikayet ettiniz...
Ben genellikle takımlarımı kazanmak için kurarım! Eğer hakemler yanlış karar veriyorlarsa normal olarak eleştiriyorum. Ben hata yaptığımda da herkes beni eleştiriyor. Bu çok normal. Hakemler hata yapıyor ve o hatayla maç kaybediyorsanız sinirleniyorsunuz. Mesela Cem Papila (gülüyor)... Onu hiç unutmuyorum. O maçı kaybetmemiz için her şeyi yaptı. Beş futbolcumuzu oyundan attı ve şampiyonluğu kaybettik. Onun bir hata yaptığını söyleyemem çünkü en az 10 hata yaptı! Çünkü hata yapma niyetiyle maça çıkmıştı. Ama genel olarak hakemlerle bir sıkıntım yok. Sadece kötü niyet gördüğümde onlarla tartışırım.
2001-02 sezonunun başında Galatasaray oldukça güçsüz bir kadroya sahipti...
İkinci yıl çok zordu. Çünkü 12 oyuncuyu kaybetmiştik. Hagi, Taffarel, Popescu, Okan, Emre, Ümit Davala... Takımı kiralık futbolcularla yeniden inşa etmek durumundaydım. Çoğu kalitesiz isimlerdi ama hepsi kazanmayı çok istiyordu. Çok profesyonel ve kazanmak isteyen bir takım inşa ettik. Ve başardık. Ligin ilk yarısında Sergen bize çok yardım etti. Daha sonra sakatlandı. Yine de ligin ikinci yarısı bizim için muhteşem geçti. O yıl hak ettiğim maaşı ancak Beşiktaş’ta çalışırken alabildim (gülüyor). Kulüp adına çok zor zamanlardı. Çok sayıda oyuncunun ayrılması da bu yüzdendi. Buna rağmen şampiyon olduk.
Şampiyon oldunuz ama sezon sonunda görevinize son verildi. O dönem görev yapan rahmetli Özhan Canaydın yönetimine kırgın mısınız?
Hayır kimseye kırgın veya kızgın değilim. Her başkan kendi adamını getirmek ister. Özhan Canaydın, başka bir teknik direktörle çalışmak istedi, el sıkışarak ayrıldık. Bunun için tazminat bile almadım çünkü hak etmediğim bir parayı almak istemedim. Bir an önce çalışmaya başlamak en iyisiydi. Beşiktaş’ta da durum aynıydı. İki yıl daha sözleşmem olmasına rağmen takımdan ayrıldım, o parayı stat inşaatı için harcamalarını rica ettim.
Sizce en güçlü özelliğiniz hangisi? İletişim mi, yoksa taktiksel yaklaşımınız mı?
Bunun hakkında yorum yapamam. İşin uzmanlara sormanız lazım (gülüyor). Ama dünyada en zor şey, 1 numara olmak, kazanmak... Başarılı olmak, çok fazla çalışmayı gerektiriyor. Çok iyi konsantre olmalısınız. Çok şey bilmelisiniz.
Bir günde ortalama kaç saat çalışıyorsunuz...
Her zaman... Aklımda her zaman futbol var.
2006 Dünya Kupası şampiyonu İtalya’da teknik direktör Marcelo Lippi’nin teknik asistanlığını yapan Adriano Bacconi, modern analizi sizin keşfettiğinizi söylemişti... Bu doğru mu?
Evet doğru... 1990 yılından önce oyuncu-antrenör olduğum dönemde bunu yapmaya başladım. 15-16 yaşlarındaki bir grup çocuğu aldım, onlar adına tüm maçı analiz eden kağıtlar hazırladım. O kağıtta onların sahada ne yaptıkları analiz ediliyordu. Şimdi her şey çok kolay, bilgisayarlar var... Oyuncular kaç kilometre koştuğunu biliyor. İtalya’ya gittikten sonra Adriano Bacconi ile çalışmaya başladım. Tek tek tüm futbolcuların profillerini çıkardık, maçı sentezledik, benim felsefeme göre oyunu yorumladık ve sonra bunları bilgisayara aktardık. O günden bugüne analiz çok ilerledi ama bunu İtalya’da başlatan kişi benim. O zamana kadar antrenörler sadece maçı izliyordu.
Tüm Avrupa size saygı duyuyor, pek çok makalde taktiksel yaklaşımlarınız referans gösteriliyor ama Inter’deki kısa maceranız dışında Avrupa’nın en büyük kulüplerini çalıştırma şansı bulamadınız. Neden böyle oldu?
Romanya’daki devrimden sonra ülkeyi terk ettim. Sosyalist bir ülkeden geliyordum. O döneme kadar Avrupa futboluyla hiçbir iletişimimiz, ilişkimiz yoktu. Ama 36 yaşıma geldiğimde, Corvinul Hunedoara takımında oyuncu-antrenör oldum. Daha sonra Romanya Milli Takımı’nı çalıştırdığım sırada İtalya Milli Takımı’nı yendik. O dönem İtalya, Dünya Şampiyonu’ydu. Bu şekilde kendimi İtalyanlara gösterme şansı buldum. Ardından beş yıl sonra Romanya’dan ayrılınca Pisa’ya, oradan da Brescia’ya gittim. Anlatmak istediğim; ben diğer hocalar gibi çalışmaya büyük takımlarla başlamadım. Bu yüzden her seferinde iyi bir teknik direktör olduğumu ispatlamam hiç kolay değildi. Brescia’dayken Inter’e daha erken gidebilirdim ama başkan bana izin vermedi. Takımı iki kez Serie A’ya çıkarmıştım. Wembley’de Anglo-Italian Kupası’nı kazandım. Kariyerim boyunca gittiğim her yerde kupa kazandım. Romanya’ya geldiğimde hemen Rapid’le Dimano’nun önüne geçtik ve kupa kazandık. Brescia’dayken Serie A o dönem dünyanın en zor ligiydi. Hatta Serie B daha da zordu! Teknik direktörler için muhteşem bir mücadele alanıydı. Serie A daha çok paralı başkanların yeriydi. Orada en zengin kazanıyordu. Berlusconi gibi... (Gülüyor). Juventus ve Roma da o dönem çok zengindi. Bu yüzden zirveye çıkmam mümkün olmadı. Ardından Galatasaray ve Beşiktaş’a gittim, sonra da Shakhtar Donetsk’e... Buraya gelemeden önce Avrupa’nın batısından pek çok teklifi reddettim. Çünkü burayı bir teknik direktörün çalışabileceği en iyi yer olarak gördüm. Başkanın bana güvenmesi çok önemli, bu sayede çok başarılı oldum. Dynamo Kiev, Metalist gibi takımları geride bırakmak hiç kolay değil.
Sizce bir Türk kulübüyle Şampiyonlar Ligi’ni kazanabilir misiniz?
Hayır, imkânsız. Şu an için bu imkânsız. Avrupa’nın doğusundan bir takımla Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale çıkmak kupayı kazanmaya eş değer. Çünkü bu farklı bir futbol, farklı bir tarih, farklı bir kültür. Onlar çok daha güçlü. Çok daha farklı bir ligde mücadele ediyorlar. Her yıl aynı altı-yedi takımı Şampiyonlar Ligi’nde son turlarda görüyorsunuz.
Peki Türkiye’de uzun vadede böyle bir potansiyel yok mu? Sonuçta 70 milyonluk bir ülkeyiz...
Hayır hayır. Bunun nüfusla alakası yok. Büyük takımlara bir bakın... Muhteşem bir tanınırlığa sahipler. Çok paraları var. Bir de Türkiye’ye bakın... Sadece üç takım söz konusu. Spor politikasında sıkıntı var. Şampiyonlar Ligi’ni kazanmanız için Premier Lig, La Liga, Bundesliga gibi bir liginizin olması gerekir. Her zaman onlar kazanıyor. Arada Portekiz de yarışa dahil olabiliyor çünkü onların da ligi ilginç. Aynı zamanda iyi oyuncular yetiştiriyorlar. Yetenekli Brezilyalı futbolcuları liglerine getirebiliyorlar. Onları profesyonel düzeye getiriyorlar ve böylece kazanıyorlar. Bu göründüğü kadar kolay değil.
Türkiye’den sizi arayan çok sayıda başkan var mı?
Evet ama çok problem değil. Gayet normal. Çünkü ben Türk futbolundan iki büyük takımla başarılı olarak ayrıldım. Çok normal. Diğer taraftan ben Türk futboluyla ilgili daima iyi izlenimlere sahip oldum. Türk futbolcuları sevdim, ben de Balkanlardanım. Balkanlarla Türkler aynı mantaliteye sahip. Bu yüzden arada bir doku benzerliği var ve tarih boyunca Balkan teknik direktörler burada başarılı oldu. Tabii Fatih Terim gibi Türk teknik direktörlerle birlikte... Ben de iyi izlenim bıraktım, takımlarım iyi top oynadı. Bu yüzden Türk takımları tarafından aranmam çok normal. Bununla gurur duyuyorum.
Türkiye’de gazeteler mütemadiyen sizin önümüzdeki sezon Galatasaray’ın başına geçeceğinizi yazıyor. Gerçekten öyle mi?
Galatasaray’la hâlâ çok iyi ilişkilerim var. Beşiktaş ve Fenerbahçe’yle de öyle. Mesela her yıl Fenerbahçe ile hazırlık maçı oynuyoruz. Bu sene Beşiktaş ve Galatasaray’la oynadık. Ben tüm bu takımlarla iyi ilişkiler kuruyorum. Sadece bu kadar, daha fazlası yok.
Roberto Mancini’yle aranız nasıl?
Çok iyi arkadaşım. Ben ona saygı duyuyorum, o bana saygı duyuyor. Onu İtalya’daki günlerimden tanıyorum. Ben teknik direktördüm, o oyuncuydu. Sadece onunla değil, Bilic’le de çok iyi iletişimim var.
Peki önümüzdeki sezon ne yapacaksınız? Planınız ne?
Bu benim problemim! Başkasının değil... Yarın bir maçım var o yüzden şimdi ayrılmam gerekiyor. Daha sonra ne olacağını hep birlikte göreceğiz...