Mahçupyan: Kendimizi kandırmayalım

Mahçupyan: Kendimizi kandırmayalım

Karar yazarı Etyen Mahçupyan, Avrupa Parlamentosu'nun (AP) Türkiye ile müzakerelerin askıya alınmasını öneren kararıyla ilgili olarak  "Bu kararı 'görmüyoruz, hükümsüz sayıyoruz' demekle de bir şey olmuyor. Yıllardır şikayet ettiğimiz yapısal sorunlarımızı çözmek, siyasal ve yargısal norm ve standartlarımızı yükseltmek, bu amaçla AB’yi çıpa olarak kullanmak isteyen biziz" dedi.

Mahçupyan'ın "Kendimizi kandırmayalım" başlığıyla yayımlanan (13 Temmuz 2017) yazısı şöyle:

Avrupa Parlamentosu’nun ‘üyeliği askıya alma’ tavsiye kararı beklenen bir sonuçtu. Oradaki milletvekilleri geldikleri ülkelerin kamuoyunu dikkate almak zorunda ve son birkaç yıldır Türkiye’nin prestijinde büyük bir yıpranma var. Diğer taraftan kimse Türkiye’nin nihai olarak Avrupa’dan uzaklaşmasını istemiyor. Ayrıca ekonomi ve göç alanındaki işbirliğinin gelecekte Avrupa için olumlu sonuçlar yaratacağının da farkındalar. Ancak Avrupa kamuoyu, Türkiye’nin demokratik değerler açısından savunulamayacak bir konuma doğru hızla ilerlediği konusunda mutabık.

***

Bu kararın ilk etapta bağlayıcı olmaması da AP’nin elini muhakkak ki rahatlatmıştır. Böylece hem toplumsal beklentiye uygun bir duruş sergilediler hem de topu siyasi liderlere atmış oldular. Ayrıca bu durumdan siyasi liderler de muhtemelen şikayetçi değildir, çünkü bu gelişmeyi Türkiye karşısında pazarlık güçlerinin artıracak bir avantaj olarak görebilirler.

Avrupa siyasi çevreleri ile ilişkisi olanlar bilir… Söz konusu ‘üyeliği askıya alma’ kararının dayandığı raporu yazan Kati Piri gerçekte Türkiye’nin AB üyesi olmasını hararetle isteyen siyasetçilerden biri. Aynen Türkiye’nin ‘dostları’ olarak ortalıkta gezinen çok sayıdaki kişinin ise bildiğimiz oportünist kaygılarla Türkiye’ye yanaşmaya çalıştığının da bilinmesi gibi… Maalesef bunca yıl boyunca Türkiye ‘dostla düşmanı’ ayırmakta zorlandı ve kolay çözümlere kaçtı. Mesele Kopenhag Kriterleri’ni hakiki anlamıyla sahiplenmek, yerleştirmek, uygulamak ve denetlemekti. Tabii bu kriterleri besleyen ve destekleyen bir siyasi dil ve üslup da gerekiyordu… Türkiye bu açıdan önemli ilerlemeler kaydetmiş olsa da hem bunlar belirli etaplarda tıkandı hem de iktidar ‘ihtiyaca binaen’ eski sisteme geri dönüşler yapmaktan çekinmedi. Bugün işin teknik ve bürokratik zemininde bir umutsuzluk ve yenilgi duygusu hakim. Türkiye demokratik normları bir ilkesel tercih olarak algılamadı ve Avrupa’ya faydacı bakışı aşamadı.

Gelinen noktada yapılması gereken esas muhasebe budur. Avrupalıların çifte standartları, çeşitli siyasilerin veya devletlerin kaypaklığı bizi ilgilendirmez. AB kriterlerini ‘kendimiz için’ yerleştireceğimizi ve onlar bizi içlerine almazsa ‘Ankara kriterleri’ diyerek devam edeceğimizi söyleyip durduk. Bugün o ‘Ankara kriterleri’ ile başbaşayız ve ‘bu işi’ layıkıyla becerdiğimizi söylemek mümkün değil.

Piri Raporu, aynen geçmişteki raporlar gibi, Türkiye’nin attığı olumlu adımların altını çiziyor. 15 Temmuz darbe girişimini kınıyor ve Türkiye devletinin bu konuda hukuki ve siyasi adımlar atmasına destek veriyor. Ancak “OHAL uygulamalarını, kamudan ihraçları ve basın özgürlüğünü tehlikeye atan adımları” da eleştiriyor. Aynen Türkiye’de yığınla kişinin ve bizzat AK Partililerin yaptığı gibi... Ayrıca referandumda kabul edilen anayasa değişikliklerinin demokratik değerlerle çeliştiği tespitini yapıyor. Yine aynen Türkiye’de sayısız kişinin ve birçok AK Partilinin yaptığı gibi… 

***

Referandumda halkın istekleri tecelli etti diyerek işin içinden sıyrılamayız. Eğer doğru dürüst bir başkanlık sistemi önerseydik hem halkın daha da fazla teveccühünü kazanır hem de demokratik normlara uygun bir sistem sahibi olurduk.

Bu kararı “görmüyoruz, hükümsüz sayıyoruz” demekle de bir şey olmuyor… Yıllardır şikayet ettiğimiz yapısal sorunlarımızı çözmek, siyasal ve yargısal norm ve standartlarımızı yükseltmek, bu amaçla AB’yi çıpa olarak kullanmak isteyen biziz. Bu ilişki onlar açısından esas olarak zaten teknik, siyasi ve en fazla kültürel… Bizler için ise bunların ötesinde ve çok daha derinde tarihsel, kimliksel ve ideolojik.

Hayat bir kez daha bizlere nesnel bir kıstas sunuyor. Ama maalesef biz nesnel olanı duymaya hala hazır değiliz.