Mahçupyan: 'Kırmızı çizgiler' zayıflık emaresi, Türkiye'nin geçmişten taşıdığı ayak bağlarından kurtulması lazım!

Mahçupyan: 'Kırmızı çizgiler' zayıflık emaresi, Türkiye'nin geçmişten taşıdığı ayak bağlarından kurtulması lazım!

Karar yazarı Etyen Mahçupyan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü başkent olarak tanıma kararı sonrası söylediği, "Kudüs, Müslümanların kırmızı çizgisidir" sözlerini, "Politik arenada bu bir zayıflık emaresidir" diyerek eleştirdi.

"NATO’culukla Avrasyacılık arasına sıkışmış, her ikisinden de rahatsızlık duyan bir Türkiye var" diyen Mahçupyan, Türkiye’nin kimliksel özgüven eşiğini geçerek çoğulcu demokrasiye kapı açması gerektiğini söyledi. Türkiye'nin "Geçmişten taşıdığı ayak bağlarından kurtulması gerektiğini" ifade etti.

Etyen Mahçupyan'ın, "Kürt tedirginliği sürdükçe" başlığıyla (12 Aralık 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

Son gelişmeler, Türkiye’yi Rusya cephesinin bir parçası kılmak üzere ABD ile Rusya arasında bir uzlaşmayı bile akla getirtebilir. ABD’nin Ortadoğu ve Türkiye’ye ilişkin sergilediği tutum, sanki bizim ‘Avrasyacılık’ yoluna girmemizi kolaylaştırmak için atılıyor… Muhtemelen ortada böyle bir niyet yok. Hatta belki de tam aksi sonuç murad ediliyordur ama PYD ilişkisinin yönetilme biçiminden Halk Bankası davasına kadar her alanda yaşananlar Türkiye ile ABD arasında bir ‘dostluk’ ilişkisi varsaymayı zorlaştırıyor.

Türkiye ise söylem düzeyinde ilkesel çıkışlar yaparken, söz konusu ‘duruşun’ ne denli gerçekçi olduğu tartışmasından kaçınıyor. Oysa bir yandan ABD’nin beğenmediğimiz politikalarını ‘derin devlete’ yükleyerek Trump’a sahip çıkarken, hemen ardından aynı Trump’ın PYD’ye silah sevkini ya da Kudüs’ü başkent yapma hayalini kabullenmek zor. 

***

Zarrab’ın tanıklığında Türkiye’nin yargılandığı dava ise hepsine tuz biber ekmiş durumda. Trump’ın da onay verdiği bir süreçte Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmak istendiği açık. Ne yazık ki Türkiye kendi işini her kademede yanlış yaptığı için, bugün yolsuzluğu külliyen reddederek olaydan sıyrılmaya çalışmak durumunda kalıyor. Oysa ABD yaptırımlarına tabi olmayan Türkiye’nin İran ile ilişkilerde ABD bankalarını ve parasını kullanma zorunluluğu yoktu. Ayrıca bu hesapları hayali ihracatla kapatma gereği de yoktu. Nihayet bu işlemlerin ille de komisyon vererek halledilmesi, malum bakanlara ödeme yapılması da gerekmiyordu. Ama Türkiye’deki karar mekanizması hem işi yüze göze bulaştırdı hem de siyasi irade olayın üzerine giderek aklanma cesareti gösteremedi.

Şimdi Türkiye’nin ‘dayak yiyerek akıllanmasını’ isteyen, aksi halde Batı’dan kopmasına razı gözüken bir ABD ile karşı karşıyayız. Belki de bunun Türkiye için sürdürülemeyecek bir strateji oluşturacağını düşünüyor, belirli bir hasar döneminden sonra Türkiye’nin yeni koşullar altında Batı şemsiyesine döneceğini öngörüyorlardır…

Kimin hangi tasavvur içinde olduğunu bilmemize imkan yok. Ama gelinen noktada NATO’culukla Avrasyacılık arasına sıkışmış, her ikisinden de rahatsızlık duyan ve her ikisinin de manipülasyon yeteneğinden çekinen bir Türkiye var… Öncelikle yapılması gereken, bizi herhangi uca savrulmak zorunda bırakmayacak bir siyasetin izlenmesidir. Aşırı tepkiler verilmesi ve kontrolün kaybedilebileceği izlenimi yaratılması, her iki tarafın da ilişkileri araçsallaştırmasına neden olacaktır.  Ardından gelmesi gereken adım, ilişkilerimizi çeşitlendirmek ve çevremizdeki bütün aktörlerle yeniden ve taze bir başlangıç yapmaktır. Burada özellikle AB önemli bir tampon işlevi görebilir ve bizi rahatlatabilir. Unutmamak lazım ki AB, Kudüs dahil Ortadoğu ve PYD konusunda Türkiye’ye en yakın duran aktör olmayı sürdürüyor.

Bu arada biraz da kendimize dönüp, ‘böyle bir noktaya nasıl sürüklendik’ diye sormakta yarar var. Aslında cevabı hepimiz biliyoruz… Meselenin bam teli Kürt meselesidir. Türkiye çözüm sürecini tek taraflı bir ilkesel strateji haline dönüştüremediği, giderek Kürt kimliğini ‘yadırgayan’ bir siyasi tahayyül geliştirdiği ve bunu milliyetçi bir çerçeve içine oturtarak çatışmayı hedeflediği ölçüde, hem genelde Ortadoğu’da hem de ABD, Rusya ve İran karşısında kırılgan hale geldi. Kimsenin kırmızı çizgisinin olmadığı bir çoklu gerilim dengesinde, biz ikide bir kendi kırmızı çizgilerimizi öne sürdük. Sanki bu bir güçlülük tavrıymış gibi… Oysa politik arenada bu bir zayıflık emaresidir ve tüm aktörler tarafından halen kullanılmaya devam ediliyor.

***

Velhasıl NATO’culuk/Avrasyacılık ikilemi gerçekte sahte bir olgu… İstemeden sürüklendiğimiz bir nokta. Türkiye’nin önce kimliksel özgüven eşiğini geçip çoğulcu demokrasiye kapı açması ve geçmişten taşıdığı ayak bağlarından kurtulması lazım… Aksi halde bizi daha da balçığa itmek isteyenler kazanır. Hem de biz kendimizi kazanmış sanmaya devam ederken.