Karar yazarı Etyen Mahçupyan, "Türkiye farklılıkların doğal sayıldığı ‘normal’ bir ülke haline gelemişyor. Bir tarafta ataerkil muhafazakâr dindarlar, diğer tarafta otoriter zihniyetin takipçisi laikler… Sorsanız biri İslam’ın adalet anlayışının, diğeri solun özgürlükçülüğünün bayraktarı olduğunu söyleyebilir ve savundukları fikriyatın ideal halinin kendi zihniyetlerini ifade ettiğini sanabilirler" dedi.
Dindarlarla laikler arasında bir fark bulunmadığını belirten Maçupyan, "Türkiye’deki darbe geleneği bu arka plan sayesinde insanların zihninde doğallaşıyor. Darbe de bu cemaatçi kavgada meşru bir araç haline geliyor ve yaşayarak görüyoruz ki bu konuda dindarla laik arasında herhangi bir fark bulunmuyor" ifadesini kullandı.
Mahçupyan'ın "Millileşen tahammülsüzlük ve barış bildirisi" başlığıyla (3 Kasım 2017) yayımlanan yazısı şöyle:
Türkiye farklılıkların doğal sayıldığı ‘normal’ bir ülke haline gelemiyor. Çünkü gündelik hayatımızı cemaatçiliğin korunmuş alanlarında kurmakla kalmıyor, fikir dünyamızı da içinde bulunduğumuz cemaatin ideolojik çerçevesi ile sınırlıyoruz.
Bu yapılanma onu teşvik eden bir zihniyetle birlikte yürüyor. Bir tarafta ataerkil muhafazakâr dindarlar, diğer tarafta otoriter zihniyetin takipçisi laikler… Sorsanız biri İslam’ın adalet anlayışının, diğeri solun özgürlükçülüğünün bayraktarı olduğunu söyleyebilir ve savundukları fikriyatın ideal halinin kendi zihniyetlerini ifade ettiğini sanabilirler. Oysa zihniyet söz konusu fikirlerin çok daha derininde yatan bir algılama, anlamlandırma ve tepki verme paradigması. Nitekim relativizmden hiçbir zaman hoşlanmadık, çünkü bizdeki radikal duygusallığı ‘kesmedi’… Demokratlığın ise lafı hoşumuza gitti, ama ne olduğunu bile henüz idrak edemedik.
***
Mesele hâlâ iyi ve doğruyu kategorik olarak kendi bakış açımızın çizdiği sınırlara mahkum etmemiz ve ‘ötekileri’ kötü ve yanlışın sorumlusu olarak görmek isteyip, öyle de tanımlamamız. Her iki taraf da böyle davrandığı ölçüde, içsel çatışmanın siyaset alanında ‘çözülmek’ durumunda kalması kaçınılmaz… Ne var ki tarihsel ve kültürel bir yoğunluk içinden günümüze gelen bir çatışmanın, söz konusu egemen zihniyetler bağlamında çözülmesi mümkün değil… Nitekim siyasette aranan her ‘çözüm’ diğer tarafın suçlanması ve cezalandırılması ile sonuçlanıyor.
Türkiye’deki darbe geleneği bu arka plan sayesinde insanların zihninde doğallaşıyor. Darbe de bu cemaatçi kavgada meşru bir araç haline geliyor ve yaşayarak görüyoruz ki bu konuda dindarla laik arasında herhangi bir fark bulunmuyor. Yine aynı nedenle karşımızdakileri çok kolayca darbecilikle suçlayabiliyoruz. Hem onların bu yola tevessül etme eğilimleri olduğuna inandığımız, hem de imkan bulursak kendimizin de aynı şeyi yapacağımızı bildiğimiz için.
Bu hastalıklı halin uç noktası, taraflardan birinin kendi cemaatçi siyasetini ‘millilik’ kisvesi altında hayata geçirmesidir. Eklemeye gerek yok belki ama her iki tarafın da yeterli silah gücüyle ‘milliliğe’ sahip çıkması bir iç savaşı ima eder… Öte yandan devletin aşırı gücü bu noktada ironik bir engel oluşturuyor. Çünkü devlete sahip olan o dönem için ‘milliliği’ tanımlıyor ve diğerini eziyor. Diğeri ise savaşmaktansa kendi zamanının gelmesini bekliyor…
Dolayısıyla cemaatçi ideoloji ve siyasetin millileşmesi bu ülkenin birlikteliğine en büyük sabotajdır. Darbe girişimi sonrasında ve OHAL atmosferinde iktidarın üniversitelere ve aydınlara yönelik baskısı da Türkiye’nin bütünlüğünü en fazla zedeleyen adımlardan biri…
Bugünlerde hukukun evrensel normları ile ilişki kurulması zor bir iddianame daha gündemde… Ocak 2016’da kamuoyu ile paylaşılan ‘Barış Bildirisi’nin bin 200 imzacısı hakkında terör propagandası suçlamasıyla 7.5 yıla kadar hapis isteniyor. Bildiri Kürt meselesinde sorumluluğun esas olarak devlette olduğu varsayımıyla yazılmıştı ve PKK’nın çözümsüzlükte ve artan şiddetteki payını görmezden geliyordu. Birçok kişi tam da bu nedenle metni imzalamadı ve açıkça eleştirdi. Ancak bildiride ne terör propagandası vardı, ne de yasalar çerçevesinde suç isnat edilebilecek bir unsur…
***
Şimdi yargı bize siyasi bir ‘çözüm’ sunabilir, bu insanları düşünce suçlusu haline getirip, akademik hayatlarını karartabilir. Bu durum ‘milli’ bir çözüm olduğu propagandası altında cemaatçi bir coşku ile de karşılanabilir. Ama aslında gücü ele geçirince ötekini ezmeye hevesli cemaatçi bağnazlığımızın ve manipülatif milliciliğimizin utanç vermesi gereken bir göstergesini daha yaşamış oluruz.
Türkiye bu davayı siyasetin araçsallığından kurtarma basiretini göstererek kendisine medeni bir ülke olma şansını verebilmeli…