Karar yazarı Etyen Mahçupyan, ABD'nin İran yaptırımlarını deldiği iddiasıyla yargılanan Halkbank eski Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla davasında Türkiye'nin prensipte haklı olduğunu söyledi. Mahçupyan, "Şimdi yargıcın ceza hükmüne kadarki üç ayın iyi kullanılması, ABD ile net bir pazarlıkla anlaşmaya varılması, maddi cezanın uygun koşullara bağlanması ve Hakan Atilla’nın en kısa zamanda serbest kalmasının sağlanması lazım" dedi.
Mahçupyan'ın, "ABD’deki davada Türkiye görünümü" başlığıyla (16 Ocak 2018) yayımlanan yazısı şöyle:
Pratik nedenlerle Hakan Atilla’ya, ama gerçekte Halk Bankası’na ve onun da ötesinde Türkiye hükümetine karşı açılmış olan davada jüri beklenen bir karar verdi. Yöneltilen altı suçlama gerçekte iki ana tema etrafında örülmüştü: ABD’nin İran yaptırımlarını ve Hazine mekanizmasını ‘delmek’ üzere kumpas kurma ve bankacılık sisteminde bu kumpası gerçekleştirmek üzere sahtekarlık yapma… Görüldüğü üzere rüşvetle ilgili bir madde yok, çünkü o tamamen Türkiye’deki sistemin çalışma biçimi ve siyasetle bağlantısı ile ilgili. Ancak mahkemede rüşvet olayına da girildi çünkü banka sisteminde sahtekarlık suçlamasını güçlendiren bir unsurdu.
***
Öte yandan rüşvet olayı Türkiye’nin kendisini savunması açısından ikilemli bir tablo ortaya koyuyor. Eğer hükümet bu yapılan işi bir siyasi karar olarak gerçekleştirmiş olsa, kimseye rüşvet verilmesi gerekmez, kimse de rüşvet talep edemezdi. Buradan hareketle yapılan suistimalin sistemik değil, bireysel olduğu tezi öne sürülebilir. Ne var ki rüşvet alanların iktidar ağının içinde olması ve olayın ABD’nin hamlesinden çok önce bilinmesine rağmen yargıdan kaçınılması, bunu ‘bireysel’ bir eylem olarak sunmayı zorlaştırıyor.
İlave olarak Türkiye’de pek sözü edilmeyen ama ABD yargı kültürünü düşündüğümüzde jürinin tutumunu doğrudan etkilemiş olması çok muhtemel bir detay var: Halk Bankası ve dolayısıyla Türkiye’deki yetkililerin ABD Hazine Bakanlığı’na ‘defalarca yalan söylediği’ ve bu amaçla ‘belge ürettiği’ iddia ediliyor. Ne yazık ki Türkiye’nin buna kendisini aklayacak yeterli bir cevap verememiş olduğu anlaşılıyor.
Ama bütün bunlar bir yana, bu siyasi bir dava. Öncelikle ABD’nin İran’a yönelik ‘siyasi’ nedenlerle aldığı yaptırımların delinmesini konu ettiği için. Diğer deyişle isnat edilen suçun temelinde evrensel bir hukuk ilkesinin ihlali değil, bir tarafın siyasi tasarrufunun korunması var. Ayrıca böyle bir davanın açılıp açılmaması da siyasi bir konu… Eğer Suriye meselesinin çözümü ve aktör yönetiminde iki ülke aynı frekansta olsaydı, bugün ABD’nin böyle bir dava açma kararını verme ihtimali herhalde azalırdı. Üstelik ABD makamlarının bu tür ‘yaptırımların delinmesi’ vakalarında aynı kriterlerle davrandığı da söylenemez. Türkiye’ye karşı yargı mekanizması çalıştırılırken aynı süreçte başka ülkelerin, gerçekten de daha ufak olsa bile, ihlallerine göz yumulabiliyor. Kısacası ABD sadece yaptırımların bilerek ve planlı şekilde delinmesi nedeniyle değil, Türkiye ile son dönemde ayrı düşmenin getirmiş olduğu rahatlıkla ya da cezalandırma isteği ile de davranıyor.
Bu Türkiye’nin nihai pazarlıkta elinde bulundurduğu bir koz… Ama büyük bir koz da değil. Çünkü ortada maalesef elimize yüzümüze bulaştırmış olduğumuz bir olay var. Hiç rüşvet verilmemiş olsaydı bile, konşimentolarda yapılan düzenlemelerin ve gerçeklerle mantıken dahi uyuşmayan beyanların Türkiye’nin resmi kurumlarınca sahiplenilmesinin açıklamasını yapabilmek zor. Ortada eski usul bir hayali ihracat düzeneği var ve bizim taraf açık hesabı bu şekilde kapatırken İran tarafındaki resmi hesap, İranlı yetkililerin beyanına göre sekiz buçuk milyar dolar…
***
Başa dönersek, Türkiye bu olayda prensip olarak haklıdır. ABD’nin herhangi bir üçüncü ülke için yaptırımlarına uymak zorunda değiliz. Ama o zaman bunu ABD sistemine girmeden, ona bulaşmadan yapmak zorundayız. Hele dış politikada anlaşmakta zorlandığımız bir dönemde, kendimizi uluslararası düzlemde ABD karşısında haksız duruma düşürmek basiretsizlikle açıklanabilir ancak…
Şimdi yargıcın ceza hükmüne kadarki üç ayın iyi kullanılması, ABD ile net bir pazarlıkla anlaşmaya varılması, maddi cezanın uygun koşullara bağlanması ve Hakan Atilla’nın en kısa zamanda serbest kalmasının sağlanması lazım.
Unutulmasın ki, bu sadece bizim başımıza gelen bir olay değil. Alman ve Fransız bankaları da aynı tür işlemlerden ötürü büyük para cezaları ödediler. Ancak o vakalarda böyle bir seviye kaybı yoktu ve galiba asıl yaralayıcı olan da bu...