Mahkeme Başkanı'ndan "Yaşasın adalet!' diyorum” diyen akademisyene: Çok iddialı şeyler söylemeyin!

Mahkeme Başkanı'ndan "Yaşasın adalet!' diyorum” diyen akademisyene: Çok iddialı şeyler söylemeyin!

“Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı barış bildirisini imzaladıkları için “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla haklarında dava açılan 1128 akademisyenden biri olan Yıldız Teknik Üniversitesi’nden emekli Prof. Dr. Haldun Gülalp, İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde hâkim karşısına çıktı. Duruşmada son sözü sorulan Gülalp “Beraatimi istiyorum. ‘Yaşasın adalet!’ diyorum” diye konuştu. Mahkeme Başkanı, Gülalp’e “Çok iddialı şeyler söylemeyin” diye yanıt verdi. Davada Gülalp hakkında 1 yıl 3 ay hapis cezası verildi, hükmün açıklanması geriye bırakıldı.

Bianet’te yer alan habere göre, Prof. Dr. Haldun Gülalp’in duruşmadaki beyanı şöyle:

- Sizler, eğitiminiz ve göreviniz gereği, her toplum için ve tarihin her döneminde, adaletin ne kadar yüce bir değer, hukukun ve hukukçuluğun ne kadar ciddiyet ve titizlik gerektiren konular olduğunu, iş olsun diye çalakalem yazılmış iddianameler, mütalaalar veya kararların da tarihe bırakılmış birer belge olduğunu; bunların bugün değilse bile zaman içerisinde hak ettiği yeri bulacağını, bilirsiniz. 

Günü geldiğinde, bu gibi belgelerin yazarları açısından birer mahcubiyet vesilesi değil kıvanç kaynağı olması gerektiğinin önemini de takdir edersiniz. 

- 17.10.2018 tarihinde Mahkemenize sunduğum ilk beyanımda, beni suçlayan iddianamenin ciddiye alınması bile mümkün olmayan, çok sayıda üzücü, hatta dehşet verici hatalarla ve çelişkilerle dolu bir metin olduğunu belirtmiş ve bunu ayrıntılı bir şekilde göstermiştim. 

Bu iddianamenin, sizin sağlıklı ve adil bir karar vermenize yardımcı olamayacak nitelikte olduğunu delilleriyle açıklamıştım.  Şimdi, bu iddianameden de daha problemli bir “esas hakkında mütalaa” ile karşı karşıyayız. 

Size düşen önemli görev, Sayın Heyet, bu özensiz ve desteksiz metinlerin yarattığı engelleri aşarak, adaleti bulmak.

- Her şeyden önce, Duruşma Savcısı’nın mütalaası, iki açıdan usule uygun olmayan bir şekilde hazırlanmış ve dosyaya sunulmuştur.  Bu her iki husus da kayda geçirilmelidir:

(i) 17.10.2018 tarihli duruşmamda, ben heyetinize yazılı savunmamı sunmamın ve bu savunmamın sadece bazı unsurlarını sözlü olarak ifade etmemin hemen akabinde, Duruşma Savcısı yazılı mütalaasının bir çıktısını alarak önüme koydu.  Savcı, benim yazılı savunmamı okumadan, neye dayanarak mütalaa verebilir?  Belli ki kendi önyargılarından hareketle önceden hazırlayıp bilgisayarına yüklediği mütalaa metnini, savunmayı dinlemeden, okumadan, değerlendirmeden, bir tıklamayla basılı hale getirmiştir ve bunu hukuki bir metin olarak benimsememizi beklemektedir.  Savcı, benim beyanıma hiç bakmamak suretiyle, en doğal hakkım olan savunma hakkımı yok saymıştır.  Bu, kabul edilebilir bir yöntem olamaz.  Bu umursamazlığa teslim olmayacağınızı temenni ediyorum.

(ii) Daha tali bir usulsüzlük olmakla birlikte, şu da vurgulanmalıdır ki, Savcı mütalaasını aleni olarak okumakla yükümlüdür.  Ancak, bunu da yapmamıştır.  Sizin de buna göz yummamanız gerekirdi diye düşünüyorum. 

- Ne var ki mütalaa metninin içeriğindeki sorunlar yanında bu iki usul hatası hemen hemen önemsizlik derecesindedir.

Mütalaa, yazım kurallarına riayetsizlik yanı sıra hem içerdiği bilgisizlik hem de mantık ve hukuk hataları nedeniyle ibretlik bir vesikadır.  Yanıt vermeye değip değmeyeceği konusunda kuşku uyandıracak düzeyde özensiz ve içeriksiz bir metindir.

- 17.10.2018 tarihli duruşmada Mahkemenize sunduğum savunmamda İddianame Savcısı’nın suçlamasına dayanak oluşturmak için izlediği yöntemleri analiz etmiş ve hepsinde başarısız olduğunu göstermiştim. 

Duruşma Savcısı’nın hazırladığı mütalaada da benzer bir durum ortaya çıkmaktadır.  Yaklaşık 650 kelimelik mütalaanın sadece bir yerinde sanık olarak adımın geçmesi dışında, beni doğrudan ilgilendiren ve suçlamaya dayanak olacak hiçbir konu yoktur. 

Savcı kendince, üstelik bazı eksik ve yanlış bilgilerle dolu bir şekilde, PKK, KCK, DTK hakkında bir şeyler anlatmakta, buna karşılık bana ciddi bir suçlama yöneltmeye temel olabilecek hiçbir bilgi, belge ve delil ortaya koymamaktadır. 

Mütalaanın en sonunda yer alan şu ibare bile problemi açıkça göstermektedir: Savcı, “sanığın üzerine atılı suçu işlediği, iddia, tespitler, tutanaklar, beyanlar, yapılan yargılama ve tüm dosya kapsamından anlaşılmış olmakla” diye devam ederek hapis cezası talep ederken, bu mütalaayı benim savunmamı okumadan hazırladığını belirtmeyi ihmal etmektedir.

- Dahası, Savcı, mütalaasının bir yerinde “sanığın savunmasının kendini suçtan kurtarmaya yönelik olduğu” gibi, hukuki açıdan akla ve mantığa sığmayan bir tespit yapmaktadır. 

Bir kere, bu tespit şu nedenle yanlıştır: Sanık sıfatıyla ben, kendimi suçtan kurtarmaya değil, herhangi bir suçun söz konusu olmadığını göstermeye yönelik bir beyanda bulunmuştum. 

- Ancak, bir an için diyelim ki Savcı’nın tespiti doğrudur ve ben kendimi suçtan (sanırım “suçlamadan” demek istiyor) kurtarmaya yönelik bir savunma yapmışım.  Bunun neresi yanlıştır?  Mahkemenizde gerçekleşen 17.10.2018 tarihli duruşmamın tutanaklarında şu tespitler vardır:

“Sanığa 5271 sayılı CMK 147, 191/3-c ve 106/2 maddeleri uyarınca yasal hakları tek tek hatırlatıldı. … yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmamasının yasal hakkı olduğu, şüpheden kurtulması için somut delillerin toplanmasını isteyebileceği, aleyhine var olan şüphe nedenlerini ortadan kaldırmak ve lehine olan hususları ileri sürmek olanağının kendisine tanınmış olduğu anlatıldı.” 

Mahkeme heyetinin bana tanıdığı ve zaten yasal olarak tanımak zorunda olduğu bu haklar, Savcı’nın gözünde, suçlu olduğumu kanıtlayan delil yerine mi geçmektedir?  Savcı’ya kalsa, haksız yere suçlanan bir kişi, kendi suçsuzluğunu anlatamayacak mıdır?

- Savcının kendi mütalaasının yetersizliğini bilmemesi kanımca mümkün değildir.  Buna rağmen, hakkımda bir hapis cezası talep etmeyi, bırakınız hukukçu sıfatını, herhangi sıradan bir insan olarak vicdanına nasıl sığdırabildiğini merak ediyorum. 

- Mesnetsiz iddianameyi ve mütalaayı bir yana bırakırsak, bu savunma “esas hakkında savunma” olduğu için, asıl gelmemiz gereken nokta, bu davanın esasının neye ilişkin olduğudur. 

Bu konudaki en değerli ipucu, geçen duruşmada Heyet Başkanı tarafından bana sorulan kritik bir sorudadır.  Bu soru tutanaklarda net bir şekilde yer almasa da hafızamda berrak bir şekilde durmaktadır.

Devlet suç işler mi?

- Önce, imzaladığım bildiriyi iyice okuyup okumadığım ve içinde ne olduğunu anlayıp anlamadığım soruldu (doğrusu, bu bir profesöre sorulmaması gereken bir soru olduğu halde, kötü niyet taşımadığını düşünüyorum); ardından, “devlet suç işler mi?” diye ek bir soru yöneltildi. 

Bu sorudaki ima şu anlama gelir: Devletin suç işleyeceğini düşünüp bunu alenen ifade etmekle, ben kendim suç işlemiş oluyorum! 

- Davanın özünün bununla ilgili olduğu zaten dava konusu olan bildirinin başlığından da bellidir: “Bu suça ortak olmayacağız” ibaresiyle, imzacı akademisyenler, devleti suçlamış ve anlaşılan bu nedenle suç işlemiş olarak kabul edilmiştir. 

O duruşma sırasında etraflı bir yanıt vermeye olanak bulamadığım için, bu davanın esasını oluşturduğuna inandığım “devlet suç işler mi?” sorusunun hakkıyla cevaplanması gerektiğini düşünüyorum.  Bu soruya cevap, birkaç farklı düzeyde ve başlık altında ele alınabilir. 

- Bir an için varsayalım ki devlet kusursuz, yüce bir varlıktır, dolayısıyla suç işlemesi söz konusu olamaz; ancak ne var ki ben yanlış bir düşünceyle suç işlemesi mümkün olmayan bu varlığın suç işlediği sanısına kapılmış ve bu yanlış kanaatimi alenen ilan etmişim.  Şimdi bu durumda benim hapse mi atılmam gerekir? 

- Böyle bir durumun olası sonuçlarını değerlendirelim:

(a) Yanlış düşündüğüm için hapis cezasıyla cezalandırılsam bile, neden yanlış düşündüğüm bana ikna edici bir şekilde açıklanmadığı takdirde benim fikrimi değiştirmek için bir nedenim olamaz.  Sadece, belki bu fikrimi kendime saklamaya çalışırım, açıkça ifade etmem, ama içimden yine kendi bildiğim doğruları kabul etmeye devam ederim.  O halde, hapis cezası mevcut probleme, yani benim yanlış düşüncelere sahip olma problemime bir çözüm oluşturmaz.  Nitekim, daha genel olarak, devlet tarafından “yanlış” diye tanımlanan düşüncelerin cezalandırılması tam da bu nedenle bir çare değildir ve dolayısıyla çağdaş hukuk düzenine sahip toplumlarda düşünceler ve düşüncelerin ifadesi cezalandırılmaz.  Demek ki, yanlış bile olsa, bir düşünceyi ifade etme özgürlüğüne sahibim ve öyle olmalıyım.

(b) Devlet gerçekten bu kadar kusursuz ve yüce bir varlıksa, bir aciz kulunun yanlış bir düşünceye kapılması nedeniyle onu cezalandırdığında, kendi kusursuzluk halesine zarar vermiş olmayacak mıdır?  Bu kusursuzluğuna rağmen, bu kadar mı kendisine güvensizdir?  Yoksa acaba gerçekten suç işlemiş olma ihtimalini kendisi de ciddiye almakta ve bunun ortaya çıkmasından mı endişe etmektedir?  Çünkü, her kişiden üstün olan bu varlığın, kudretine tabi herhangi bir kişinin böyle bir hatasını onun cahilliğine vererek gülüp geçmesi beklenirdi.  Eğer, tam tersine, bundan çok işkillenip bu kişiyi cezalandırma derdine düşerse, o zaman bu söylenen şeylerin söylenmiş olmasından, yani gerçeklerin ortaya çıkmasından çekindiği anlaşılır.

- Esasen, devleti kesinlikle suç işlemez, kusursuz bir varlık olarak kabul edemeyiz.  Suç, kısaca, yasalara aykırı hareket, davranış ve eylem anlamına geldiğine göre, devletin bunu sık sık, hatta belki de rutin olarak yaptığını kabul etmek zorundayız. 

Aksi takdirde, İdare Mahkemeleri, Danıştay, Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi mahkemeler olmazdı.  Devlet kendisinin yasaları ihlal etme olasılığını kabul etmiş ki bireylere ülke içinde ve dışında bu gibi yargı kurumlarına şikâyette bulunma hakkı tanımış. 

Bu gibi kurumların varlığı, devletin yasayı veya anayasayı çiğneyebileceğini, bu durumda da bağımsız mahkemelerin müdahale etmesi gerektiğini bize açıkça gösterir. 

O halde duruşma sırasında bana adeta sınavdaymışım gibi sorulan sorunun yanıtını, siz zaten yargıç sıfatınızla benden daha iyi biliyorsunuzdur.  Devlet suç işleyebilir ve nitekim bu gibi durumlar karşısında vatandaşlarını (ve diğer bireyleri) koruyabilmek için bir dizi kurum ve mekanizma ihdas etmiştir.

- Bunu daha somut bir şekilde göstermek için, ülkemizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) karnesine bakabiliriz.  Bilindiği gibi, belli koşullar altında, herhangi bir birey, insan haklarının devlet tarafından ihlal edildiği iddiasıyla bu mahkemeye başvurabilir. 

AİHM’in verdiği sayısal bilgilere göre, başlangıçtan 2017 yılına kadar Türkiye’nin taraf olduğu yaklaşık 3400 dava görülmüş ve Türkiye bunların yaklaşık 3000’inde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) bir veya birkaç maddesinin ihlalinden dolayı mahkûm edilmiştir.  Bu sayılarla, Türkiye birinci sıradadır! 

Bir kısmı karara bağlanmadan karşılıklı anlaşma ile sonuçlanan bu davalar arasında AİHS’in hiçbir maddesinin ihlal edilmediği sonucuna ulaşan dava sayısı ise 100’ün altındadır (bkz. ECHR, Overview 1959-2017, 2018). 

AİHM’de kaybettiği veya anlaşmayla biten davalar sonucunda Türkiye’nin insan hakları ihlal edilen bireylere ödediği tazminat miktarları ise milyonlarca TL düzeyindedir. 

Bu bilgiler, basitçe, diğer devletler gibi bizim devletimizin de yasaları (veya o an için geçerli olabilecek yasalardan farklı olarak, evrensel düzeyde tanınan insan haklarını) ihlal edebileceğini, üstelik bizimkinin bunu neredeyse rutin bir şekilde yaptığını göstermektedir.

- Bu konuyu değerlendirebileceğimiz bir düzey daha vardır.  Bunu da şu soruyu sorarak açabiliriz: Acaba devletler (ilke olarak bizimki de dahil olmak üzere) bireylerin onları mahkemeye verebileceği mekanizmaları neden ihdas etmişlerdir?

Çünkü, devlet (“devlet suç işler mi?” sorusundaki ön kabulden farklı olarak), soyut ve tekil bir ruh ve irade sahibi bir varlık değil, insanlar tarafından yönetilen somut bir kurumlar silsilesidir.  Devlette görev yapan insanlar suç işlemezler mi? 

Bu soru karşılığında herhangi bir tereddüde mahal vermemek için cevabı kendi üzerimden kolayca verebilirim: Ben Türkiye’deki akademik kariyerim boyunca hep devlet üniversitelerinde görev yaptım, bir devlet memuru olarak aldığım maaş ile geçindim, yine bir devlet memuru sıfatıyla emekli oldum, işte şimdi de sanık sıfatıyla mahkemenizde savunma yapmaktayım. 

- Eğer devletin eğitim güçlerinin bir unsuru olarak benim suç işleme ihtimalim doğal karşılanabiliyorsa, devletin bir başka organı olan güvenlik güçlerinin suç işleyebileceğinden söz etmek neden bu kadar heyecan, telaş ve itiraz yaratıyor? 

Devletin bilim ve eğitim güçleri arasında yer alan ben ve burada benimle birlikte yargılanmakta olan kişiler, devletin güvenlik güçlerinden bazı unsurların yasaları ve birtakım insan haklarını ihlal ettiğini dile getirdiğinde, devletin adalet güçleri neden telaşlanıp onları cezalandırmak için harekete geçiyor?

- Sayın Heyet, devletin bazı unsurları, devletin başka bazı unsurlarının (üstelik devletin tamamı adına) yasaları ihlal ettiğine işaret ederek “biz bu suça ortak olmayacağız” diye feryat ettiğinde, devletin adalet güçleri neyin ve kimin yanında olmalıdır?  Suçu işleyenin mi, suça işaret edenin mi, yoksa gerçeğin ve adaletin mi?  Umut ve temenni ederim ki, sizler gerçeğin ve adaletin yanında olursunuz.

Suça ortak olmak ne demektir?

- Ben birey olarak devleti mahkemeye verdiğim zaman, elde edebileceğim en fazla sonuç, hakkımda yapılmış yanlış işlemin geri alınması ve belki bir miktar tazminattır.  Ancak benim devleti, onun beni cezalandırabileceği (örneğin, hapse atabileceği) gibi cezalandırma olanağım yoktur. 

Belki de bu nedenle, devleti yönetenler, adeta tanım gereği devlet suç işlemez ya da işlediği iddia edilemez yolunda bir yanlış kanıya kapılabilirler. 

Oysa belirttiğim gibi, devlet insanlardan oluşan bir organizasyon olduğunu göre ve devlet adına işlemlerde bulunan insanlar da suç işleyebileceğine göre, suç işleyen devlet görevlilerinin cezalandırılması söz konusu olabilir ve öyle de olmalıdır.

- AİHS’e taraf olan ülkelerde, devlet adına işlenen bir fiilden dolayı AİHM karşısında mahkûmiyet kararı ortaya çıktığında, devletin tamamı değil, devlet adına o yanlış işlemi yapan kişi sorumlu tutulur. 

Örneğin, tazminat o kişinin cebinden çıkar.  Oysa bizim devlet geleneğimizde, memurları koruma alışkanlığı vardır.  Osmanlı döneminden miras kalan ve çağdaş bürokratik yapımızda da varlığını sürdüren bazı mevzuat uyarınca, devlet adına görev yapan bir kişi suçlandığında, onun hakkında bir adli işlemin yapılması, amirinin iznine tabi tutulmak yoluyla sınırlanır. 

Nedense, amirin memurunu suçlamaya karşı koruması, işlenen suça göz yumması ve böylece onun da suça ortak olması olarak algılanmaz.  Bu siyasi gelenek, işlenen herhangi bir suçun örtülmesi yoluyla, sadece amiri değil, silsile olarak bürokrasinin diğer kademelerini de bu suça ortak eder. 

Devlet AİHM tarafından bir bireye tazminat ödemekle yükümlü bırakıldığında ve bu tazminat ihlalden sorumlu olan görevliye rücu ettirilmeyip devlet kasasından ödendiğinde, bu kez vatandaşların tamamı, olayın farkında bile olmadan o suça ortak olurlar; çünkü devletin kasası, vatandaşların ödedikleri vergilerden oluşur. 

- Dolayısıyla, devletin bazı unsurlarının işlediği suçlar veya insan hakları ihlalleri, sadece devletin diğer unsurlarını değil, vatandaşların tamamını ilgilendirir. 

Demokratik toplumlarda, devletin işlediği düşünülen herhangi bir suç karşısında vatandaşlar devleti uyarabilirler; üstelik ahlaki açıdan uyarmakla yükümlüdürler. 

Eğer Anayasamızda yazdığı gibi demokratik bir hukuk devletine sahip isek, vatandaşlar, devlet görevlilerinin işlediği herhangi bir suça ortak olmak istemediklerini ilan etme hakkına sahiplerdir. 

Cezanın işlevleri

- Genel olarak bilindiği gibi, suçluyu cezalandırma, onu toplumdan soyutlayarak toplumun güvenliğini sağlamak dışında, caydırıcı ve ıslah edici işlevlere sahiptir. 

Örneğin, dikkatsizlik veya aldırmazlık sonucunda arabamı kırmızı ışıktan sürdüğüm için yakalanıp cezalandırıldığımda, bir sonraki kırmızı ışıkta dikkatli olacağım ve aynı hatayı yapmayacağım beklenir. 

Bu büyük ölçüde gerçekçi bir beklentidir.  Oysa, ben bir akademisyen veya herhangi bir sorumlu vatandaş olarak görüşlerimi açıklamak yoluyla devleti uyardığım için cezalandırılırsam, bir dahaki sefere görüşlerimi açıklamaktan çekinebilirim, ama görüşlerimden vazgeçmem.  Bu noktaya yukarıda da değinmiştim. 

Görüşlerim yanlış olsa bile, cezalandırılmam, görüşlerimin neden yanlış olduğunu bana anlatmaz.  Bu durumda cezanın doğrudan doğruya susturma amaçlı olduğu ortaya çıkar.

- Üstelik, bu davada olduğu gibi, bir dönem kabul görecek türden görüşler, siyasal konjonktür değiştiği için cezalandırılacaksa, bu cezanın hiçbir ıslah edici işlevi olmaz, caydırıcı bile olması zordur; sadece intikam amacı taşır. 

Yukarıda da belirttiğim gibi, bu davada intikama konu olan nokta, devletin suç işlediği ifadesidir.  Böyle bir ifade karşısında demokratik bir hukuk devletini yönetenlerin görevi, o ifadede bulunanları cezalandırmak değil, vatandaşlara kendi eylemlerini tatmin edici bir şekilde açıklamaktır. 

Gerçekten suçlu olmadığına inanan kişi veya kurumsal özne, şimdi benim yaptığım gibi, açıkça ortaya çıkar ve suçlu olmadığını gerekçeleriyle birlikte açıklar. 

Oysa, herhangi bir kişi veya kurumsal özne, bir yandan suçunu inkâr ederken bir yandan da suçlamayı yapan veya yapabilecek olanları susturmaya veya etkisiz kılmaya çalışırsa, bu durum onun suçlu olduğunu bildiği ve bununla yüzleşmekten çekindiğini düşündürür. 

- AİHM, yakın bir tarihte sonuçlanan Demirtaş/Türkiye kararında, Demirtaş’ın tutukluluk halinin sürdürülmesiyle, AİHS madde 18’in ihlal edildiği sonucuna varmıştır (B. No: 14305/17; Karar tarihi: 20.11.2018, Paragraf 256-274). 

Devletin muhalif sesleri baskı altına alma amacıyla terörü teşvik ve terörizm propagandası gibi suçlamalara başvurması da benzer bir şekilde 18. maddenin ihlali olarak yorumlanabilir. 

Siyasal düşünce suçu?

- Değerli Heyet, hükümetler geçicidir, siyaset dalgalıdır.  Hukuk ise kalıcıdır; siyasetten daha büyük ve daha üstündür.  Siyasetin dalgalanmalarına karşı sığınılacak bir limandır. 

Şu anda sizin yerinizdeki herhangi bir kimse için siyasetin kısa dönemli çıkarlarını gözetmek daha kolay bir yol gibi görülebilir, ama hukuku gözetmek daha kalıcı ve daha büyük bir amaca hizmet etmek anlamına gelecektir.  Doğal olarak, tercihinizin de bu yönde olması beklenir.

- Bugün ülkemizde Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmak, “vaka-i adiye” mertebesine inmiştir.  Bugün “ağır ceza” kavramı hafifletilmiş ve adeta ciddiye alınmaz hale düşmüştür. 

İnsanların, Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan bir kişiden çekinmesi, ondan uzak durmaya çalışması beklenirken, bugün böyle bir yargılamaya muhatap olan kişilerin toplumun seçkin ve iyi eğitimli üyeleri, akademisyen, gazeteci, yazar veya şair oldukları bilinmekte, onlara eş-dost tarafından sahip çıkılmakta, hatta bu kişilere eskisinden daha fazla saygı duyulmaktadır. 

- Bu, anormal bir durumdur.  Bu durum devletin meşruiyetini azaltmaktadır; otoritesini ve inandırıcılığını güçlendirmek bir yana, tam tersine zayıflatmaktadır. 

Siyasal düşünceyi veya hükümete yönelik bir eleştiriyi ifade etmenin ağır cezalık bir suç olarak muamele görmesi, bu ülke için üzüntü ve utanç verici bir durumdur. 

Bu duruma katkıda bulunmayacağınızı umar ve dilerim.  Vereceğiniz bir beraat kararı sizleri hukukçu olarak yüceltecek, aksi bir karar ise güncel siyasetin gölgesinde kaldığınız görünümü yaratacaktır. 

- Devleti, hükümeti ve izlenen politikaları eleştirmek suç değildir.  Silahların susması, ölümlerin ve yıkımların son bulması için çağrıda bulunmak, terör örgütü propagandası yapmak anlamına gelmez. 

Dava konusu olan bildirinin kaleme alındığı dönemde hükümetin izlediği politikaların çeşitli insan hakları ihlalleri içerdiğine ilişkin raporlar, ulusal kuruluşlar yanı sıra gerek Türkiye’nin bağlı olduğu gerekse Türkiye’de yasal olarak gözlemde bulunan çok sayıda uluslararası kuruluş tarafından yayımlanmış ve kamuoyuna duyurulmuştur. 

Bunlar arasından sadece ikisini (Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’nun Aralık 2016 tarihli ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017 tarihli raporlarını) ekte dikkatinize sunuyorum (bkz. Ek 1 ve Ek 2).

Sonuç

- Çağdaş medeniyet dairesi içinde yer alan ülkeler, vatandaşlarına birtakım güvenceler sağlayarak, suç tanımının iktidarların siyasal tercihlerine göre daraltılıp genişletilmesi ihtimaline karşı onları koruma altına alırlar. 

Aslında Türkiye de uluslararası sözleşmelere taraf olma ve uluslararası kurumlara üyelik yoluyla bu medeniyet dairesi içerisinde yer almaktadır; ama bunun hatırlanıp hakkıyla uygulanması gerekir. 

- Bu davada evrensel insan haklarıyla uyumlu olarak vereceğiniz bir karar, Türkiye’nin nereye ait olduğu konusunda önemli bir tespit anlamına gelecektir. 

Umarım gücünüzü bu yönde kullanarak bu davayı aklanmayla sonlandırır ve bu yolla hem diğer mahkemelere örnek oluşturur hem de bu davaları izlemekte olan bütün dünyaya olumlu bir mesaj göndermiş olursunuz.

- Bana yöneltilen suçlama geçersizdir.  Bu davanın hiç açılmaması gerekirdi.  Madem ki açıldı, şimdi bunun bir beraat kararı yoluyla adil bir şekilde sonlandırılması, kendim ve ülkem için en büyük temennimdir.