Mahkeme Özel, Dava Siyasi, Bina Kaçak...

Mahkeme Özel, Dava Siyasi, Bina Kaçak...

İstanbul’da, İzmir’de, Bursa’da, hele Ankara’da öyle görünmüyor; oysa burada  koca bir kent KCK davasına kilitlenmiş durumda; soluğunu tutmuş duruşmanın sonucunu bekliyor.

18 Ekim günü yine bu kentte idim. Adliye Sarayı  ile Belediye arasındaki geniş alan ve caddede bölgenin çeşitli kentlerinden kopup gelmiş binlerce Kürt halay çekiyor, zılgıt atıyor, slogan haykırıyor ve KCK davasının gelişmesini bekliyordu. Günler ve günler geçti. Duruşmalar aralıksız sürdü. Her duruşmada avukatlar, sanıkların tahliyesini istedi; her duruşmada Diyarbakır Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemes'inin yargıçları bu talebi reddetti. Her duruşmada sanıklar anadillerinde savunma yapmak, özel yetkili savcının 7.585 (yazıyla: Yedi bin beş yüz seksen beş) sayfa tutan iddialarına Kürtçe cevap vermekte ısrar ettiler. Sanıklar ısrarlarını da Kürtçe yaptılar ve mahkeme de ısrarla “Bilinmeyen bir dilde anlaşılmayan bir şeyler söyledi” diye karşılık verdi ve bugüne gelindi.

11 Kasım’ın önemi vardı.  Bir gün önce itirazı inceleyen yine özel yetkili komşu ağır ceza mahkemesi Kürtçe savunma talebini reddetmişti. Bugün ise duruşmalara uzunca bir ara verilecekti ve en azı 11 ay, pek çoğu 19 aydır tutuklu olan sanıkların tahliye talepleri kabul edilmezse, onlar uzunca bir süre daha demir parmaklıklar ardında kalacaklardı.

Tutuklu yakını, Kürtçeden başka dil bilmez ak başörtülü anneler, eşler, çocuklar kuşun kanadından haber umuylor; akşam saatlerinde verileceği besbelli kararı sabah saatlerinden öğrenmek için önlerine gelene  soruyor, önlerine benim gibiler geldiğinde ise anlaşılması güç, kırık bir Türkçe ile “Tehliye oluuur?” diye soruyorlardı.

Olmadı.

Akşam 17’yi biraz geçe karar açıklandı: Delilleri karartma, kaçma tehlikesi ve suçlu olduklarına dair kuvvetli bir kanaat bulunduğundan tahliye taleplerinin reddine ve bir sonraki duruşmanın 13 Ocak 2011 günü saat 9’da yapılmasına...

Hayır kimse ağlamadı; kimse acı çığlığı filan atmadı. Kimileri “Böyle olacağı belliydi” dercesine başını salladı; kimileri 19 aydır ayrı düştüğü karısı, kocası, babası, oğlu ile bir kez daha “bir göz teması” sağlamak için jandarma bariyerinin arkasından başını uzattı, elini salladı ve onlara “Bilinmeyen bir dilde” bir şeyler söyledi; “Bilinmeyen bir dilde” cevaplar aldı...

Sonra çıkıp adliyenin önündeki alanda mitinge dönüşmüş kalabalığın arasına karıştılar; zılgıt çektiler, sloganlar söylediler.

*    *    *

Duruşma, bir gün önce Kürtçe savunma yapma yasağına itirazı inceleyen 4 Numaralı Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesinin itirazı ret kararının sanıkların yüzüne karşı okunmasıyla başladı. Berbat bir Türkçe ile yazılmış metinde gerekçe terimini hak eder tek satır yoktu. Manasız yasa maddeleri ardarda sıralandıktan sonra “İtirazın reddine” denmişti.

Ardından sıra listedeki ilk sanığın sorgusu yapılmak üzere kürsüye çağrılmasına geldi. Kamuran Yüksek genç bir delikanlı. Sakin adımlarla sorgu masasının önüne geldi; mikrofona eğildi ve “Bilinmeyen bir dilde” bir şeyler söyledi.

Bütün duruşma boyunca “Herhalde bu yargıç sinirlerini aldırmış” denecek kadar sakin ve etkilenmez bir izlenim yaratan Mahkeme Reisine kalsaydı, her sanık tek tek çağrılacak, her sanık o bilinmeyen dilde bir şeyler söyleyecek ve yerine gönderilecek ve böylece “Burada bir duruşma mı yapılıyor, yoksa acemice yazılmış bir tiyatro mu sahneleniyor” dedirtecek bir gösteri başlayacaktı.

Öyle olmadı. Avukatlar ile mahkeme heyeti arasında bir hukuk savaşı başladı. Yüzü aşkın avukat ordusunun ağır topları ardarda söz alıp sanıkların Kürtçe savunma yapmakta ısrarlı olduklarını ve bunun baştan bu güne kadar defalarca kanıtlandığını ve bu yüzden de savunma hakkının yok edildiğini söylediler. Ayrıca tek tek çağırıp sanıkları küçük düşürmek yerine ‘Aranızda Türkçe savunma yapacak var mı’ diye sorun. Varsa dinlersiniz yoksa ona göre davranırsınız” dediler. Mahkeme dinledi ve söylenenlere cevap vermeden bir başka avukata söz verdi. O avukat uzun uzun anlattı. Mahkeme dinledi ve yine hiç bir şey söylemeden bir başka avukata söz verdi. Böylece sürdü gitti ama sonunda avukatlar  daha inatçı çıktı ve Mahkeme reisi o soruyu sordu:

- Aranızda sorgusuna Türkçe cevap vererek savunma yapacak var mı ?

Bir sessizlik oldu. Özellikle mahkeme üyeleri sanık sıralarından kalkacak hiç olmazsa tek bir el beklediler.

Önümde oturan ak başörtülü, yaşlıca bir Kürt kadın sıkıntıyla kafasını salladı:

- Bakın hele, hele bakın şu adama. Sanki biri çıkacakmış gibi bekliyor...

Duruşma öğleden sonraya ertelendi.

*    *    *

Öğleden sonra sanık avukatlarının ağır toplarının verdiği hukuk dersi olarak başladı ve öyle bitti. Hukuk dersini önce Diyarbakır Baro Başkanı Emin Aktar, İstanbul’da İnsan Hakları savunuculuğundan tanıdığımız Ercan Kanar, Ankara Barosundan genç avukat Mehmet Tiryaki, eski baro başkanı Sezgin Tanrıkulu verdiler. Sonra sıra kadın avukatlara geldi. İstanbul Barosundan Mebuse Tekay, Diyarbakır  Baosundan Reyhan Yalçındağ Baydemir, Meral Danış Beştaş  derse devam ettiler.

Mahkeme dinledi, dinledi, dinledi... Sadece  dinledi ve sonra da karar için kısa bir ara verdi. Ardından da avukatlar hiç konuşmamış, çok, ama çok önemli hukuksal gerekçeler öne sürmemiş gibi kupkuru bir hukuk diliyle kararını açıkladı: Tahliye taleplerinin reddine...

*    *    *

Bu izlenimler uzadı. Bıraksalar en az üç katı daha yazarım. Ama günün mükemmel, her şeyi özetleyen  esprisi ile bugünlük bitirelim.

Diyarbakır Barosu’nun eski başkanı Sezgin Tanrıkulu, sırf bu duruşmalar için adliyenin bahçesine inşa edilmiş penceresiz, dev boyutlu beton kutunun içinde mahkemeye seslendi:

- Bu mahkeme özel, bu dava siyasi, bu bina kaçak...

Sordum, gerçekmiş. Devlet gerçekten Adliye bahçesine kaçak bir bina, bir duruşma salonu yapmış; içine KCK tutuklularını tıkmış; özel yetkili bir mahkeme de yargılamakta...