Cumhuriyet muhabiri Kemal Göktaş, gazetesinin "Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek" iddiasıyla tutuklanan ve tutuksuz yargılanan yönetici, yazar, muhabir ve avukatları hakkındaki davanın ilk duruşmasında çıkan ara kararı değerlendirdi. Göktaş, "Mahkeme sanıklar arasında ayrım yaptı" dedi.
"Kadri Gürsel ve Ahmet Şık’ın ise bu anlamda gazetede herhangi bir yöneticilik vasfı bulunmuyor" ifadesini kullanan Göktaş, sözlerinin devamında şunları kaydetti:
"Kararda çok açık biçimde Gürsel’in ByLock’çularla irtibatı olduğu iddiası tutukluluğun devamına gerekçe olarak gösterildi. Kamuoyunda ve mahkeme salonunda absürtlüğü defalarca ortaya konulan bu iddianın peşinden gidilmesinin tek bir anlamı var. Bu gerekçe iktidar basınındaki tetikçiler tarafından serbest bırakılmayacağı yazılan Gürsel’e yönelik keyfiliğin sürdüğünü gösterdi."
Kemal Göktaş'ın "Düşman ceza hukuku" başlığıyla yayımlanan (30 Temmuz 2017) yazısı şöyle:
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Cumhuriyet davasında 4 arkadaşımızın tutukluluğunun devamına ilişkin kararı, dosyada herhangi bir suç unsuru bulamayan mahkemenin “yayın politikası değişikliği” suçlamasını bir adım öne götürerek tutuklama kararlarına zemin yaratmaya çalıştığını gösterdi. Mahkemenin tutukluğun devamına ilişkin gerekçeleri, herhangi bir gazetenin kendi koyduğu yayın ilkelerine aykırı davrandığı gerekçesiyle dahi susturulabileceğini gösterdi. Karar, hukuki durumu farklı olmayan sanıklar arasında yaptığı ayrımla da “düşman ceza hukuku” uygulamasının eşsiz bir örneği olarak da tarihteki yerini aldı.
Mahkemenin ara kararında tutuklamanın devamı ilk olarak “suçun niteliği, örgüte yardımın tek bir davranış biçimi ile sınırlı olmaması ve lehine yardımda bulunduğu ileri sürülen örgütlerin silahlı olmaları” gibi matbu gerekçeler sıralandı. Oysa bu gerekçeler suçlamaların geneline ilişkindi ve tahliye edilen gazeteciler için de geçerliydi. Mahkeme, tutukluluğa devam kararı verirken ilk olarak “sanıkların taşıdıkları sıfat, üstlendikleri görev, görev yaptıkları zaman dilimi dikkate alındığında eylemsel bütünsellik değerlendirmesi” yapılması gerektiğini savundu. Mahkemenin kast ettiği Akın Atalay’ın Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve İcra Kurulu Başkanı olması, Murat Sabuncu’nun ise tutuklanmadan önce 2 ay genel yayın yönetmenliğini yapmış olması. Tahliye edilen diğer arkadaşlarımızın da Vakıf Yönetim Kurulu üyesi olması karşısında bu gerekçe tamamen boşa çıkıyor.
Mahkemenin tahliye kararı vermemesindeki bir başka etken ise Can Dündar takıntısı oldu. Gerekçede “Sanıkların deliller ile irtibatı tartışılırken sanıkların ele geçmeyen sanıklar ile göreve geliş şekilleri üstlenilen görevlerin tanımı, nitelik ve fonksiyonu nedeni ile kaçınılmaz bağ ve illiyetinin gözetilmesi” gerektiği ileri sürüldü. Oysa Can Dündar’ın genel yayın yönetmenliğine atanması Vakıf Yönetim Kurulu üyelerinin kararıyla olmuştu ve Cumhuriyet’e karşı vakıf davası açarak yayın politikası ile ilgili iftiralarda bulunan Mustafa Balbay’ın dahi bu atama kararının altında imzası vardı. Murat Sabuncu, Ahmet Şık ve Kadri Gürsel Cumhuriyet’e başladığında ise Can Dündar’ın genel yayın yönetmenliği söz konusu değildi.
Kararın asıl püf noktası ise “Adı geçen sanıkların bu davada eylemlerinin irdelenmesi açısından önemli bir hareket noktası olan Cumhuriyet Vakfı Anayasası olarak da tabir edilen Vakıf Senedi üzerindeki illiyetleri ile denetim görev ve sorumlulukları ve bu ilkelerden ayrılma çerçevesinde yardım suçunun ana hareket noktasının oluşabildiği hususları dikkate alındığında...” ifadesinde kendisini gösterdi. Mahkeme, savcılığın iddianamesindeki “yayın politikası” değişikliği “suçlaması”nı bir adım ileri götürerek yayınların Cumhuriyet Vakfı Senedi’ne aykırı olup olmadığına bakacağını ve bunun da “terör örgütüne yardım” suçlamasının hareket noktası olacağı konusunda işaret vermiş oldu. Bir gazetenin yayın politikasının yargılanmasının hukuk dışı olacağı mahkemedeki savunmalarla ortaya konulmuştu. Mahkeme bunu bir adım daha götürerek Cumhuriyet’i Vakıf Senedi’ndeki ilkelerle “yargılayacağını” belirtmiş oldu. Cumhuriyet’in hiçbir zaman Vakıf Senedi’ndeki ilkelerden ödün vermediği gerçeği bir yana, karardaki bu ifadeler, mahkemenin yaklaşımının gazetecilik mesleğini hedef aldığını da gözler önüne serdi.
Kadri Gürsel ve Ahmet Şık’ın ise bu anlamda gazetede herhangi bir yöneticilik vasfı bulunmuyor. Kararda çok açık biçimde Gürsel’in ByLock’çularla irtibatı olduğu iddiası tutukluluğun devamına gerekçe olarak gösterildi. Kamuoyunda ve mahkeme salonunda absürtlüğü defalarca ortaya konulan bu iddianın peşinden gidilmesinin tek bir anlamı var. Bu gerekçe iktidar basınındaki tetikçiler tarafından serbest bırakılmayacağı yazılan Gürsel’e yönelik keyfiliğin sürdüğünü gösterdi. Gürsel, Vakıfta ve Yenigün AŞ’de yönetici olmamasına rağmen polis fezlekelerine gerçeğe aykırı biçimde “yönetici” olarak yazılmış ve tutuklanmasına zemin yaratılmaya çalışılmıştı. Ahmet Şık’ın ise mahkemede yaptığı savunma nedeniyle tahliye edilmediği, bu savunma hakkında yapılan suç duyurusu ile ortaya konuldu. Savunma hakkının bu şekilde sınırlandırılması gazetecilerin mahkeme salonlarında dahi susturulmaya çalışılmasının yeni bir aşaması olarak tarihe geçti