(Taraf - 1 Aralık 2012)
Bazılarımız adını bile duymadık, çoğumuz hikâyesini okumadık, aramızdaki en müzmin meraklılar müstesna hiçbirimiz onun aklının eseri üzerine etraflıca düşünmedik belki ama bir ucundan hayatımızı değiştirdi bu adam. Dünyayı değiştirdi. Yaşasa, şimdi yüz yaşında olacaktı. İnsana karşı bunca gaddar olmasa insan, “makbul” saymadığı kimlikleri bir kahra dönüştüren kurallar koymasa devlet, kimbilir belki o da uzun yaşayacaktı; bütün bir asrı devirmese bile, en azından, başlangıcında yer aldığı devrimin hayatlarımızı nasıl değiştirdiğini görmeye yetecekti ömrü. “Matematik,” der Bertrand Russell, “ona bakmasını bilen gözler için, sadece hakikati barındırmaz içinde, eşsiz bir güzelliği –soğuk ve sert bir güzelliği– de barındırır, tıpkı bir heykelinki gibi.” Manchester’da bir park vardır; Sackville Parkı. O parktaki, banklardan birinde, bronzun soğuk ve sert güzelliği içinde, bir adam oturur. Bir elma tutar elinde. Ayaklarının dibinde Russell’ın bu sözü yazar. Cümlenin üzerinde ise adamın adı: “Alan Mathison Turing: 1912-1954; Bilgisayar Biliminin Kurucusu, matematikçi, mantıkçı, savaş zamanının şifre kırıcısı, önyargı kurbanı.”
Turing’in ayaklarının dibine bir ilk roman taşıdı beni: A Working Theory of Love (Aşkın Taslak Teorisi). Yazarı, 1974 Arkansas doğumlu Scott Hutchins, on dört yıldır San Francisco’da yaşıyor, Stanford Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersi veriyor ve bir söyleşisinden kopya çekerek söylersem,“teknoloji ve teknolojinin bizi nasıl değiştirdiği (ya da değiştirmediği)” sorusunun tam ortasından yürüyerek başladığı bu romanda, asıl, “kullanım tarihinin geçtiğini hissettikten çok sonra, hâlâ hayatın içinde başıboş bir gezgin gibi kalma hâlinin,” üstelik de bu hâle otuzlu yaşlarda varmanın neye benzediğini anlatıyor. Çıkış noktası bu olabilir, ama Hutchins, insanın içine doğru açılan engin bir coğrafyayı yer yer öyle sakin, öyle sabırlı adımlarla katediyor ki, doğrusu ben bu iki soruda özetlemek istemem A Theory of Love’ı. Romanın merkezinde Hutchins’in bir tür alter ego’su olduğunu düşündüren, onun gibi otuzlu yaşların sonuna yaklaşmış, onun gibi Arkansas kökenli ama şimdi San Francisco’da “yerlileşmeye” başlamış ve sanırım bir dönem onun da kendini kaptırdığı o vakitsiz, o yorgun “benim kullanım tarihim geçti” hissine sahip Neill Bassett, Jr. adında bir girişimci var… Silikon Vadisi’ndeyiz. Ve Neill, her ne kadar bilim adamı olmasa da, bir teknoloji şirketinin en iddialı projesini yürüten ekibin kalbi. Bu ekip,“muazzam bir dilbilimsel bilgisayar” üretmeye çalışıyor. Amaç, Turing testinden geçebilecek kadar “zeki” bir yapay zekânın mühendisliğini yapmak. Turing testi, romandan yola çıkarak okuduklarım sayesinde daha etraflıca öğrendim ki, Alan Turing’in Viktorya dönemi İngilteresinde çok popüler olan bir salon oyunundan türettiği bir yöntem. Oyun çok eğlenceli. Hakem –ya da “ebe” diyelim– bir kadınla bir erkeğe aynı soruları yöneltiyor; kadınla erkek yazarak cevaplıyorlar. Ebe, kimin ne yazdığını görmüyor, elyazılarına bakarak tahminde bulunamıyor; yapması gereken, kendisine okunan cevaplardan hangilerinin kadına, hangilerinin erkeğe ait olduğunu tahmin etmek. Bildikçe puan topluyor. Turing, bu oyunu, çocukluğundan itibaren kafa yorduğu akıllı makineler için bir tür kalite kontrol sistemine dönüştürmenin yolunu aramış. 1930’ların ilk yarısında, Cambridge’de okurken geliştirmeye başladığı bilgiişlem teorisine dayanan, ardından İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların Enigma Makinesi’nde yazdığı kriptolu mesajları deşifre etmeyi başarması üzerine büsbütün yoğunlaştığı ve 1946’da nihayet tarihin ilk programlanmış bilgisayarı ACE’i (otomatik bilgiişlem makinesi) tasarlayarak daha üst bir düzeyde devam ettirdiği bu arayışın merkezinde gayet basit bir kabul var: Bir hakemin, sorduğu sorulara verilen cevapların hangisinin insandan, hangisinin bilgisayardan geldiğini anlayamadığı noktada, gerçekten nirvanasına ermiş bir bilgisayarla; başka deyişle, kıymeti sahiciliğinden, yani “aslı gibi görünmesinden” menkûl bir “yapay zekâ”yla karşı karşıyayız demektir. Romanda Neill ve ekibinin yapmayı hedeflediği tam da bu. “Dr. Bassett” adını verdikleri bilgisayarlarının dile ve duyguya öylesine hâkim olmasını istiyorlar ki, sorulara bir insan gibi cevap verebilsin. Herhangi bir insan gibi de değil üstelik; gerçek Dr. Bassett ya da Neill’ın yıllar önce Arkansas’da intihar etmiş olan babası gibi… Dr. Bassett’ın tek özelliği Neill’ın babası olması değil; bu projenin merkezinde yer alması, yazma tutkusundan kaynaklanıyor. Dr. Bassett, kendisinden, on yedinci asrın binlerce sayfayı bulan günlükleriyle meşhur İngiliz siyaset adamına atıfla “Güney’in Samuel Pepys’i” diye söz ettirecek kadar disiplinli bir günce yazarıymış zamanında. Dr. Bassett’ın günlüklerinin –dolayısıyla bir bütün olarak dilinin, duygusunun– bilgisayara programlanması yoluyla, tıpkı onun gibi konuşmaya ve“davranmaya” başlayan bir makineye kavuşuyor Neill, ve bu sayede hem kaybettiği ve belki de hiç kavuşmamış olduğu babasını ilk kez yanı başında buluyor; hem de ona, insan beyni hakkında, muazzep ruhlarımız ve kelimelerini asla bulamayan küskün sırlarımız hakkında yepyeni sorular sorduran silikon“Dr. Bassett,” genç adamı Arkansas’ya, çocukluğuna, ailesine, babasının ölüm kararının nedenlerine doğru hakiki bir yolculuğa çıkarıyor. Bütün bunların arka planında ise, karısından yeni boşanmış olan Neill’ın kadınlarla ilişkileri; kimyası, elektriği ve bütün imkânsız yazılımları ile hiçbir makineye uyarlanamazmış görünen gerçek aşkı araması var. Yoksa, yanılıyor mu?
Bu soruya döneceğim. Ama önce A Working Theory of Love’ı okumaya başladıktan sonra, beni gecikmişliğin mahcubiyeti ve artık erteleyemediğim bir merakla kendine çeken bir başka kitaptan söz etmeliyim. 1949 Londra doğumlu matematikçi Andrew Hodges’un ilk kez 1983’te yayımlanan ve birkaç ay önce, özel “Yüzüncü Yıl Baskısı” olarak ABD ve Britanya’da yeniden piyasaya çıkan Alan Turing: The Enigma adlı biyografisi bu. Kitap, Enigma Makinesi’ne atıf yapan adıyla, Turing’i daha ilk nefeste “Nazi şifrelerini kıran adam” olarak sunuyor kuşkusuz; ama okudukça anladım ki, “enigma” kelimesi burada öz anlamıyla kullanılmış aslında: Başlı başına bir “muamma”yı deşmiş Hodges; Turing’i hayatının şifreleri hiçbir zaman çözülmemiş, sırları kelimelerine hiçbir zaman kavuşamayacak bir adam olarak anlatmış. Sayı dizilerinin gizli diline hayran bir çocuk olarak büyüyor Turing; Pi’nin basamaklarında çıldırasıya oynamaya çok erken başlıyor; ortaokula geldiğinde, Fibonacci’nin altın oranı doğurmasına da şaşırmıyor artık, Einstein’ın Newton mekaniğini tersyüz etmesine de; zaten Genel İzafiyet Teoremi’ni anlayıp anlatmayı, Einstein’ın değil, kendi tarifleri üzerinden başarıyor; devam ettiği yatılı okulun müdürü, ailesine “Bu çocuk iyi bir eğitim için gerekli okuma-yazma bilgisini almaya niyetli değil” diyen mektuplar yazarken, edebiyatın ve felsefenin olmasa da matematiğin ve fiziğin“güzelliğini” içine sindirerek büyüyor. Bu ilk gençlik yıllarında, Turing’in dünyaya diktiği “soğuk ve sert” bakışlar, on beş yaşındayken tanıştığı ve tanıştığı andan itibaren hiç yanından ayrılmak istemediği, çok sevdiği ve çok erken kaybettiği okul arkadaşı, ilk aşkı Christopher Morcom’un varlığıyla yumuşuyor biraz. Çocuk denecek bir yaştan itibaren erkekleri seven bir erkek olduğunu bilerek, bunu kabullenerek olgunlaşıyor Turing ve giderek eşcinsel kimliğini açıkça sahiplenmeye başlıyor. Turing’in savaş yıllarında Churchill’in en büyük kozlarından biri ve “ulusal kahraman” hâline gelmesini sağlayan şey, 1939’da geliştirdiği, kısaca “bombe” olarak bilinen elektromekanik deşifre aygıtı. Nazilerin kullandığı kripto makinesinin şifresini çözen “bombe,” savaşın gidişatı gibi Turing’in kariyerini de doğrudan etkiliyor ve savaş sonrasında, henüz otuzlu yaşların başındayken, Britanya’nın en iyi beyinlerinden biri olarak, bugün bizi iPad’lerin, iPhone’ların dokunmatik ekranlarından, uzay mekiklerinin uçuş kontrol sistemlerine, Mars gezgini Curiosity’nin dünyadan kumandalı laboratuarına kadar bilumum “küçük mucizenin” sahibi kılan “yapay zekâ” çağının temellerini atmaya başlıyor. Bütün bunlar olurken, Hodges’un Enigma’da büyük bir sevecenlikle anlattığı kırık ilişkiler de yaşıyor Turing. Kendine eş bulmakta zorlanan zekâsıyla kendine eş bulmakta zorlanan bedeninin ortak azabına tanık oluyoruz. 1948’den itibaren Manchester Üniversitesi Matematik Bölümü’nde hocalık yapıyor; bir yandan da henüz bunu yükleyebileceği kadar gelişkin bir bilgisayar yapılmamış olmasına rağmen yazdığı bir satranç programıyla, makinenin insanı pekâlâ mat edebileceğini gösteriyor. “Yapay zekâ” için en temel kıstasın, makinenin insan aklıyla imtihanı olduğunu savunan test, Turing’in yalnızlığını büsbütün derinleştiren muhteşem dehasının ürünü olarak kalıyor bugüne. 1952’de bir kış günü tanıştığı Arnold Murray adlı on dokuz yaşında yoksul bir delikanlıyla başlattığı ilişki daha ilk haftalarındayken, genç adamın bir arkadaşının Turing’in evini soymasıyla sekteye uğruyor. Polis soruşturmasında, Murray’yle sevgili olduklarını söylüyor Turing. Dönemin, eşcinselliği suç sayan Birleşik Krallık yasaları gereği, her ikisi de müstehcen uygunsuzluktan hüküm giyiyorlar. Ama kraliyet, ulusal kahramanına tercih hakkı sunmaktan geri durmuyor: Ya hapse gireceksin ya zorunlu hormon tedavisi göreceksin. İkincisine razı oluyor Turing; bir yıl süreyle sentetik östrojen enjekte ediliyor vücuduna; sonuçta büyük memeli ve iktidarsız bir erkeğe dönüşüyor. Kırk bir yaşında, her zamankinden daha yalnız ve şimdiden yorgun, ihtiyar, adeta kullanım tarihi geçmiş bir adam... Bir yıl sonra, Manchester’daki evinde her akşam olduğu gibi yalnız yatmaya giderken, her akşam olduğu gibi kırmızı bir elma alıyor eline. Birkaç ısırıktan sonra ölüyor. Beyninin, iç organlarının ve kanının –bütün siyanür zehirlenmelerinde olduğu gibi– acı badem koktuğunu yazıyor otopsi raporu. Meslektaşları ise onun, çocukluğundan beri çok sevdiği bir masalın bazı repliklerini hep tekrarladığını hatırlıyorlar: “Zehre batır elmayı / Ölüm uykusunu çeksin içine…” Ölüm nedeni intihar olarak açıklanıyor. Âdem’i cennetten kovduran, Newton’ı arzın merkezine erdiren elma, onu belki de başka bir dünya düşleyerek ısıran Turing’i kırk ikinci yaş gününe birkaç hafta kala alıyor bu dünyadan.
A Working Theory of Love’ı okumaya döndüğümde, Hodges’un derin bir muammanın içinden görünür kıldığı dehanın kırılganlığını düşünüyordum hâlâ ve bu, Hutchins’in sadece mükemmele yakın bir yapay zekânın değil, mükemmele yakın bir aşkın sırrını da arayarak inatçı sorular soran genç kahramanı Neill’ı, nasıl gerçek ve vazgeçilmez bir ıstırabın beklediğini hatırımda tutmamı kolaylaştırdı sanırım. Zekânın ölçüsü zeki görünmekse eğer ve “şuurlu” görünen cevaplar veren bir makine, şuuruna ikna ediyorsa bizi; hakiki ile zahiri arasındaki fark neydi aslında? “Dr. Bassett” ile “The Singularity”(Tekillik) mertebesine doğru dev bir adım atmayı uman Neill’ın patronu, insanlığın kaderini değiştirebileceğinden nasıl bu kadar emindi hem? “Tekillik sayesinde, kendi kişiliklerimizi, yaşlanan, çürüyen bedenlerimizden çıkarıp, zamansız bilgisayar çiplerine yükleyebileceğimiz ve neye benzediğini hiç kimsenin bilmediği bir şeklin içinde sonsuza dek yaşayacağımız o gün” geldiğinde, ölümsüz mü olacaktık sahiden? Zekâya benzeyen bir zekâya, hayata benzeyen bir hayata razı mı olacaktık; ölümlerden ölüme en az benzeyen bir ölüm mü beğenecektik kendimize? Ve silikon “Dr. Bassett” en mahrem sorularımıza, yanakları hep biraz pembe, gözleri hep biraz yorgun olan insan Dr. Bassett’ınkine tıpatıp uyan cevaplar verebildiğine göre, makineyle aramızdaki farkı ihmal edebilecek miydik ergeç? Aşk dediğimiz şeyin, beynimizdeki birtakım kimyasal reaksiyonlarla genlerimize yazılmış birkaç şifreden ibaret olması, bizi makinelere daha mı yakın, yoksa daha mı uzak kılıyordu? Turing’e “her şeyi ama her şeyi bir tezattan çıkarsamak mümkün” dedirten temel mantık, çelişkinin bittiği yerde aşkın da biteceğini fısıldamıyor muydu kulaklarımıza? Pekâlâ “tesadüf”ü ne yapacaktık? Her hayatı diğerinden farklı kılan o tanrısal dokunuşların bir yazılımı var mıydı? Makinenin insanla imtihanı, insanın insanla imtihanı kadar çetin olabilir miydi hiç?