Ayşegül Sönmez*Manifesto Korona | Bir izolasyon baladı
Julia Kristeva'nın tanımını yeniden düşünmeliyiz. 1983 yılında tarif ettiği aşkı yeniden icat edecek bizler miyiz? "Şüpheli, yaralı, biraz tiksinti veren, belirgin bir bedeni ve imgesi olmayan, özelliğini yitirmiş, bir arzu ve güç evrenine yabancı, tek arzusu aşkı yeniden icat etmek olan." Bu biziz. Bunu kabul edelim!
Kültürdeki eşitsizlik üzerine de düşünme vaktidir. Kültürün dışında ne kalmıştır? Kültürün dışında kalan mutlaka vardır. Kültürün dışında kalanı aramak bulmak şimdinin eylemidir. Kültürleştirilmemiş olanı bulmalıyız.
Eğer Afrika kıtasındaki uluslar herhangi bir kültürel ya da daha başka bir temas kurmaksızın yan yana yaşamaktan memnunsalar bu onların bileceği bir iştir ve ne idüğü belirsiz birtakım düşünürlerin onların bu tutumlarını nasıl gördüğünün önemi yoktur diyen Paul Feyarabend her zamankinden daha haklıdır.
Kültürü Dubuffet'nin tariflediği gibi "bir kir kabuk" olarak düşünmeliyiz. Onun sorduğu gibi sormalıyız:
"Bu kir kabuk neden yapılmıştır? Basit ve çocuksu bir özlemden mi? Olabildiğince çok sayıda düşünce anıtını tanıma özleminden mi? Hatta daha da çocuksu anıtların hepsini? Hiç olmazsa sınıflama sonucu en iyilerin hepsini tanıma özleminden mi yapılmıştır bu kabuk?"
Kovid 19 salgını yüzünden ölenlerin rakamlara indirgendiği borsa değerlerini gösteren ışıltılı tablolarda sergilendiği grafikler, envanterler dünyanın pek geniş ve hesaba gelmez olduğu bilincinin yitirilmesi ve yine biçim ve doğa bozulmalarına yol açmıştır. Dubuffet'ye göre kültürün bu sayımlayıcı yönü, safdilce ve eksiksiz ve kesin sayımlar yapma envanterler çıkarma iddiası son derece yanıltıcıdır. Çarpıtıcıdır.
Bugün sanatın yeri fiziksel temas mümkün olmadığı için online mecralar değildir. Raymond Williams'ın sosyalizmin görevi dediği yerlerde buluşmaktır izleyiciyle:
"İnsanlarla bulundukları, dokunuldukları, ısırıldıkları, harekete geçirildikleri, kızdırıldıkları, tiksindirildikleri yerde karşılaşmaktır" Fiziksel dünyayı insanın yararına istismar etme zihniyetine karşı çıkmalıyız. Feminizm, barış ve ekoloji hareketlerinin biriktirdiği tüm veri stoklarını edinmeli. Bu stokları bu uğurda kullanmalıdır.
Sanatın yeni doğası, geleceği yeniden düşünme ve oluşturmaya yönelik çabalarımızla şekillenecek bir doğadır. Bu doğa kültürün karşısında değil onunla birlikte hatta onun zaman zaman ikamesi, versiyonudur ama sadece online değildir.
Kitlesel yaşamımızın şimdi burada şekillenmesinde öncü bir rol oynayan toplumsal uzman bugün toplumsal şifacılar, doktorlar, hemşireler, tüm sağlık görevlileridir. Onları yüreklendirmek onlarla ilgili mitolojiler üretme ve sunma zamanıdır.
Günümüzün bestecileri bir ev fikrinden uzaklaşan modal armoniler yazan bestekarlardır. Miles Davis'in Kind of Blue'su tam da evde kaldığımız zaman bir daha asla dönemeyeceğimiz belki de artık geçmemizin imkansız olduğu artık kat edilmez yollara işaret eder. Deniz tarakları, istiridyeler, salyangozlar, solucanlar, ahtapotlar, mürekkep balıkları dağıtılmış zekaya sahiptirler. Zihinleri bütün vücutlarına yayılmıştır. Bu farklı sinirsel mimarilerden şarkılarımız ve imgelerimizin mimari tasarımları için ilham almalıyız.
Joseph Beuys'un sosyal heykeli çoktan yıkılmıştır. Diktiği 7 bin meşe ağacı ise hala yaşamaktadır. Ömer Uluç haklıdır. En büyük sermayemiz çılgınlığımızdır.
Sanatçı geri dönecek çünkü bir yeri var. Sanatçının kimliği onun kimliğini arayıp bulma öyküsünde yatmaz. Özgün bir temsili imgeye doğum yaptırma ihtimalinde yatar. Gerçekliği zenginleştirmesinde, kendi sanatçı versiyonuyla… Bu tür bir kimlik unutturulduysa da sanatçı bunu hatırlatmak için evinden çıkacaktır.
Sahici olan ile yapma olan arasındaki ayrımı gözetmek esastır. Sanat yapıtının kim tarafından yapıldığını kuşkulu hale getiren ve ne kadar kuşkulu hale getirirse o kadar para kazananların dönemi kapanmıştır.
Aynılık, sıkıcılık, yineleme bir erdem değil karantina zamanına dair kasvetin büyük yasın içkin unsurları olarak ve yeni bir praxis olarak görünecek.
Kovid-19 ile mücadale etmekte ve yüz binlerce insanı kaybettiğimiz şu günlerde dünya yeterince ilginç nesnelerle doludur. Daha fazla eklemek düşüncesizliktir. Düşüncenin kendisi onun üreteceği nesneden daha zararsızdır ve düşüncelidir.
1968 yılında Robert Barry'nın Telepati Parçası'na dönelim. Sergi sırasında telepatik bir yolla sanat yapıtını iletmeye çalışan Robert Barry'nin bugün bize söyleyeceği çoktur. Yapıtı dile ya da imgeye uygulanamayacak bir dizi düşünce niteliğindedir.
Artık sanat, bir jet set flanuer küratöre daha ihtiyaç duymaz. Muhafız, bakıcı, öğretmen, fon bulucu, moderatör, bürokrat, memur, direktör, arabulucu, spekülatör, yapımcılardan muaftır.
Pratikle teori arasında, şimdiyle sanat tarihi arasındaki yarıklarda düşünmek ve tam da buralarda düşmek kalkmak eleştirmenin ve eleştirmek isteyen herkesin işidir.
Evrenin bir köşesi bir kalbi yoktur. Güneş sistemimiz milyarca yıldızdan oluşan bir galaksiye aittir.
Eğer yaşam dünyada 4 milyar önce prebiyotik kimyasallardan ortaya çıktıysa bugün bilmemiz gereken Buda'nın dediği gibi 3 şeyin uzun süre gizli kalamayacağıdır:
"Güneş, ay ve gerçek".
Virüs, koleksiyoner merkezli yaygın beğeniye de bulaşmıştır. Rus avangardların geçtiğimiz yüzyılın başında yazdıkları Yaygın Beğeniye Bir Şamar bildirisine de bir selamdır bu. Onlar kendilerini, Hlebnikov'un "olmak" fiilinin gelecek zaman halinden uydurduğu bir terimle, 'budetliana' (Fütüristler/Gelecekçiler) diye tanınmlıyorlardı. Bizler ise Ayşe Erkmen'in miş, muş fiilini Berlin'de bir duvara astığı gibi şimdiki zaman'ı, yaygın beğeni sahiplerine armağan ediyoruz. Masallarda kullanılan bir varmış bir yokmuş'a dönüyoruz.
Bugüne kadar yapılmış ama görülmemiş nesneler, söylenmiş ama duyulmamış şarkıların duyulma zamanı gelmiştir. Çekilmiş ama izlenmemiş filmler, şarkılarla, çoktan üretilmiş nesnelerle, yeni mikroskopta görünür olmuş bakterilerle buluşmalıdır. Kolektif bir eşleşmeye inanalım.
Kolektif bir şekilde eşleşelim. Ragnar Kjartansson'ın, Abba'nın The Visitors albümünden yola çıkarak 2018 yılında bir grup müzisyen arkadaşıyla kapandığı Rokeby malikanesinde çaldıkları bested bu kolektivite vardır. Müzede 9 kanallı gösterilecek video yerleştirme, 64 saat şarkı söyleme ve partileme içerir. Herkes Rokeby malikanesinin bir odasında aynı şarkıyı kulaklıklarıyla uyumlanarak dinler ve çalar. Parçayı Kjartansson'ın karısından ayrılırken yazdığı bir şarkıdır. Birlikte bir şarkı söyleyip çalmanın getirdiği neşe, hüzün, yaygara, kahkaha, gözyaşı, sıcaklık izolasyon baladının notalarını oluşturur.
Joseph Kosuth'un sandalye, onun fotoğrafı ve sözlük anlamını içeren üçlemesi vaadini çoktan tamamlamıştır. Bu devrini tamamlama bizi daha erken bir devreye ulaştırır. Platon'un üç çeşit yatağına. Tanrı'nın yaptığı, Tanrı'dan başka kimsenin yapamayacağı yatak. Marangozun eliyle bu yataktan hareketle yaptığı yatabileceğimiz yatak. Bir de yatağın resmi. Platon'a göre yatağın resmini yapan taklitçidir. Doğadaki gerçeğin 3 basamak altında şeyler yapan kişidir. Kraldan, gerçekten 3 basamak aşağıdadır. Bizler, Kosuth'un sandalyenin sözlük anlamı ve fotoğrafından geriye yatağa/yatağımıza bsamakları yok sayarak saymayarak bakmalıyız. Yatağı elleriyle yapanın teri, mevcudiyeti, emeği, karantina sırasında başkalarının satın aldığı gereksiz tüketim nesnelerini şehrin bir ucundan diğerine taşıyan kuryelerin teriyle aynıdır. Yatağın resmini yapacak ressam, bu emekle yarışmayacak. Gerekirse o da emekle yetinecek resmini yapmayacaktır yatağın. Sadece içine girip üzerine uzanıp rüya görmekle yetinecektir.
Tragedyaları yeniden okuyalım! Freud, Lacan gibi şahsi kendi Oidipius'umuzu Antigone'mizi bulalım bunu önce kendimize sonra yakın çevremize izah edelim!
Uçucu ,elle tutulamayan bir dizi akustik ileti halindeki sözcüğün gücüne inanıyoruz. Vüs'at O.Bener'in adında Ahmet Soysal'ın dikkat çektiği "parçalanmaya da". Parçalanmış bir bütünlüğe ama yine de bütünlüğe.
Sadece bir sanatçı, yazar, eleştirmen, filozof değil insanlar olarak birbirimizle yakınlık hissediyoruz. Metrik olarak hesaplanmış bir şekilde, birbirimize karşı belirli mesafelerde yer alsak da ölçümü imkansız bir şekilde yakınlaşıyoruz.
Bu izolasyon, Pier 52'yi işgaliyle, Milano'daki fabrikayı işgal eden Milanolu gençlerle kurduğu yakınlığını hatırlatıyor Gordon Matta Clark'ın. Milanolu gençler, 24 saat işgal ediyorlardı her bir mekanı. Ve birbirleriyle ilişkili bazı gruplardan insanların gelip konuşabileceği bir mekan haline getiriyorlardı.
Gordon Matta Clark, San Quentin'e, California'daki eyalet hapishanesine davet edildiğinde bir söyleşisinde mahkumlarla görüşmek diyalog kurmak istediğini belirtmişti. Çünkü mahkumların, banliyölerde yaşayan çoğu kişinin hatta şehirde oturanların bile sahip olmadığı "çok net bir hapsedilme hissi"ne sahip olduğunu düşünüyordu. Hapistekiler, sınırlarına dehşet verici derecede itibar ettikleri kutulara sahipti. San Quentin'deki mahkumlar, onları içeride tutanın sadece duvarlar değil, onları yakalayan düzen olduğunu biliyorlardı.
Bütün dünya artık San Quentin Eyalet hapishanesidir. Dünya, hic et nunc virüse rağmen ve virüsle birlikte kendi dehşet verici sınırlarını kendi kendine çizen onu ve başkasını, ötekiye karşı hem mesafesini hem de o mesafeyi yaratan düzenin ne olduğunu biliyor.
Sanatın canlılığı nihai tözünün dışındadır çoktan. Uzağındadır artık. Çok çok uzağında.
Robert Smithson'un geleceği artık şimdidir. Sanat yapıtı, geleceğe yerleştirildi. Enerjisini yitirdi. Taşınabilir bir nesne ya da dış dünyadan koparılmış bir yüzey haline geldi. Defalarca pazarlandı. Defalarca pazarlanırken hiç pazarlanmayacak gibi rol yaptı. Bu yüzden sanatçıyı kuşatan aygıtın sorgulanması giderek daha önemli bir mesele haline geldi.
Sınırlar önem kazanmıştır. Meksika sınırına Rael San Fratello'nun yerleştirdiği pembe tahterevallilere artık sevgilimizle, sevdiğimiz ama bizi sevmeyen, sevgimize karşılık veren ve vermeyenle binilmelidir. Pembe bir dozerin yıkılan kentimize karşı geldiği yıkıntılar arasında dolaşamazken kısa bir süreliğine pembe tahterevallilere binmeliyiz.
Himalayalar'a bir dizi kaya parçası sıralayan, And dağlarına taştan bir çember yapan Richard Long'un izindeki Serkan Taycan'ın iki deniz iki kanal arasındaki yürüyüş adımlarının seslerini duymalıyız. Melike Kurtiç'in Japon kağıtları üzerine yaptığı deniz yosunları kolajlarına deniz kestanesi resimlerine yeni bir nesne eklemeden yosunların kendisini kullanan pozisyonunu izleyerek sürdürülebilir bir sanatı tariflemeliyiz.
Bir an evvel sanatta bir ekolojik argüman ve sürdürülebilirlik tarifi ortaya koymalıyız.
Sanatın mevcut fuarlar, bienaller, koleksiyonerler, gezegen kirleticisi büyük sponsorlar düzenini tamamlaması gerekmiyor. Tüketim kültürünü yadsıması da. Yabancılaştırma etkisi yaratıp lüks uğraşa dönüşmesi de…
Deneyimlenemez olan kıymetli gibi görünüyor. Walter De Maria'nın 1977 yılında Kassel'de açtığı bir kilometrelik dik delik içindeki pirinç çubuğu hatırla! Ağzı levhayla kapatılmıştı. Ayasofya'nın duvarlarında kapatılan ve açılan levhaları da hatırla! Bakargiev'in Boğaz'ın sularının altına adeta gömdüğü Beton Kalesi gibi Pierre Hughye'ün. Bir sergiye mekanı, Boğazın denizin derinlikleri olarak düşünmek ve oraya belki de bir müzeden çok daha canlı koşullarda yaşayan bir iş bırakmak. Suların derinliklerine… Instagram'ın ancak üstünü gösterebileceği asla tam olarak gösteremeyeceği derinlikli işler, mekanların altını üstünü getiren alt üst eden sergiler…. Belki artık sergiler de değil sergicikler. Onlarca takımyıldızı. Takımada. Yan yana birbirlerini hor görmeden mesafelerini bilerek birbirleriyle yakınlaşırken yerçekimine farklı dirençlerle ve farklı yerlerden karşı koyacaklar.
Yağmurun içinden geçen 'mor kelebek seli', 'tüyleri domur domur' kuşları, leylek sürülerini görmeliyiz. Gölgeleri kavrulmuş toprağa 'pul pul' mu düşüyor? Yaşar Kemal'in bakmaya doyamadığı ve nice kez başka biçimlerde baktığı gibi doğayı taklit değil en baştan tarif etmeliyiz. Yaşar Kemal'ın tariflerindeki kadar cömert, bilge tarif etmeliyiz. Fesleğenlerle kartalı, akbabayla dişi serçeler, fabrika işçileriyle, fabrika bacasından çıkan dumanın karıştığı Adana göğü, kayalıklarla, çalılıklar, çınar ağacıyla kurt arasında fark göz etmeksizin, onları anlatırken türküleştirdiği hiyerarşiden muaf tuttuğu, birbiri ardına yan yana, yukarıdan aşağıya aşağıdan yukarı saymaksızın hatta sayıdan uzak anlattığı gibi belki sadece bakarak doğayı böyle yeniden kurmalıyız.
Bob Dylan, Walt Whitman'dan hareketle son şarkısında içerdiği çoklukları sıralıyordu. Bizler de öyle yapmalıyız. Onun gibi William Blake, Anna Frank mi içeriyoruz? Ömer Hayyam, John Lennon, T.S. Eliot ve Ahmet Haşim mi? Pearl Jam mi Chopin mi Fazıl Say mı Ruhi Su mu?
Pearl Jam'in dönüşümü bize ahtapotları hatırlatmalı. Yorgun, teslim olmuş ve yaşadığı tüm trajedileri birer loop olarak sesinin ta derinliklerinde tam da o olgun yorgunluğunda yer açtığını duyduğumuz şarkısı Dance of Clairvoyants. Ahtapotlar biçim ve renk değiştirerek 15 farklı organizmayı taklit eder. Dil balığı, aslan balığı, deniz yılanı oluverirler. Renk körüdürler. Şinto tapınaklarında onlara tapılır. Kaçmaya takıntılıdırlar. 5,5 metrenlik kollarıyla 3 cmlik bir deliğe sığar.
Salgın döneminde Devs ve Westworld dizilerinin sordukları sorular ve karakterleri aracılığıyla bu sorulara verdikleri yanıtlar neden çağdaş sanat için de geçerli olmasın? Çağdaş sanat deterministik midir? Evet. Tarihsel olarak değil, finansallaştırılarak determine mi edilmiştir. Catelan'ın sanat fuarının duvarına astığı muzun bir başka sanatçı tarafından yenmesiyle ilgili yapılan tüm eylem ve sonrası açıklamalar bu determinizmi belki bininci kez ama bir kez daha ifşa eder.
Rolling Stones, kendi loop'unu, döngüsüne dair karantina dönemi yaptığı şarkıyla önemli bir duruş sergilemiştir. Bob Dylan'ın yine aynı dönemde ortaya çıkardığı şarkısındaki "yaramaz çocuklar" döngüsünü tamamlayarak mı? Tatmin olamıyorum"dan "her zaman istediğini alamazsın"a neler yaşanmıştır? Hepinizin hayatında? Hepimizin hayatında? Psikanaliz'den Zen Budizm'e? Ben'den Sana? Ben'den Biz'e? Istırabım var'dan ıstırap vardır'a mı? Istırap vardır'dan ıstırabın bir sonu yok mudur'a? Istırabın bir nedeni vardır'dan ıstırabın sonuna götüren bir yol vardır'a mı?
Sanat müphemdir. Kestirilemez. Hesaplanamaz. Rakamlarla ifade edilemez. Tarihinden muaf olabilir. Özgdöngüsel olmak zorunda değildir. Çokluk içerir.
Sanatın ne ölümünü ne demokratikleşmesini ne amacını ne amaçsızlığını vurgulama zamanıdır. Avangard onun demokratikleşmesini istedi. Instagram, Facebook bu dileği duydu. Ayrıcalıklı olanların bir kez daha ayrıcalıklı kılacak şekilde bunu düzenlemeyi başardı.
Marcuse sosyal medyanın dışladıkları için yine sosyal medyaya başvururdu… Kim bilir…
Hayat ve olay arasındaki bölünme, devrimci bir şekilde timeline'lar sayesinde birleşti. Sanat ve hayat arasındaki bölünmeyi devrimci bir şekilde yok etme ve bunu başaramama çabalarından epey sonra.
Westworld üçüncü sezonun finalinde filmin ana kahramanlarından Dolores'in yaptığı açıklamayı hatırlayalım. Dolores, güzelliği görmeyi seçtiğini ifade ediyordu. Çünkü güzelliği görmek ve onu taklit etmek, Yaratıcı Deha'dan Yapay Zeka'ya geçmiştir. Doğanın güzelliğini o kadar çirkinlik ve acıya rağmen, görmeyi, taklit etme sırası robotlardadır. Dolores'in güzelliği kasten seçmesi ve bunu bir amaç haline getirmesi, sanatın özerk olması ve yararlı olması arasındaki savaşı da anlatır. İçinde yaşadığımız dünyayı yansıtmak isteyenlerle onu kapsamak (ikisi de aslında aynı yola çıkar onu taşımak isteyen) arasındaki meş'um ve meşhur eski kavgayı…
Francis Bacon'ın "sanat belgeler", "soyut sanatta bir belgeleme" olmadığı için "gerilim" de olmadığını söylediğini hatırlatır. Duygunun görkemli ifadesini gerçekleştirmek isteyenleri çok geçmeden Joseph Kosuth'un ölüsevici ilan edecek olmasını da… Ardından güzelliğe inanan II. Dünya Savaşı sonrasında sıfırdan başlayan Sıfır grubu üyesi Heinz Mack'in Ai Weiwei'yle ilgili sözlerin okuyalım:
"Benim için güzellik tıpkı Naziler kızını yakaladığında Matisse'in yapmayı sürdürdüğüdür. Dünyanın zalimliğine kafa tutan bir güzellik . Ancak bu güzellik dünyadaki çirkinliğe, zalimliğe, kötülüğe kafa tutabilir. Ai Weiwei badece politik işler üzerinden sanat yapıyor. Bu tür sanat daima düşüşe mahkumdur. Dünyada politik olarak olup biteni yansıttığınız zaman sanat yapmayı sürdüremez olursunuz. Yaptığınız iletişimdir ancak…"
Bugün güzellik ve sanat sadece sanatçılara ait değildir. İster adına iletişim, ister duygunun görkemli ifadesi diyelim, güzelliği taklit edecek ya da çirkinliği yansıtacak olan sadece sanatçılar değildir. İnsanlar değildir. Gezegenin kendisi ve içinde yaşayan pek çok gözle görülür ve görülmeyen canlılardır ve insanın ürettiği yapay zekalardır. Makinelerdir. İnsandan sonrasıdır. Evrenselliği onyıllar boyunca eleştirip tahtından eden sonra yine de 'evrensel olarak' güzellik ya de çirkinlik üzerine sanatı yapacak olan tek canlı insan değildir.
Laurie Anderson gibi köpeklere kedilere konser vermeliyiz.
Dünyadaki tek duyanlar biz değiliz.
Laurie Anderson'ın kulağına neden artık gerçek liberallerin kalmadığını fısıldayan Susan Sontag'ın ne dediğini hala bilmiyoruz. Bir şeyler fısıldamış olması önemlidir.
Köpeklere konser verirken bizim onların frekansında duyamayacağımız yine de onların duyacağı şekilde ses çıkarmayı denememiz gerektiği gibi…
Kriz çıkmıştır. Rustom Bharucha'nın inançta bir kriz gereklidir dediği kriz salgın sayesinde gerçekleşmiştir. Ya da der Bharucha, "ihanet"… Kapitalizmin kültürleştirdiği kültürün içindeki neo-çok-katmanlı çoktan alışveriş, değiş tokuş edilmiş belki ancak yeni değerler kazanabilmiş katmanlara kavuşmalıyız.
Şimdi bu online varoluşta gözümüzden ziyade fizikselliğimize, bedenlerimize dayanmamızın, iki ayağımızın üstünde durmamızın vaktidir.
Aristoteles, Polis'in dışında yaşayanlara insan dışı, zoonpolitikon olmayan, "canavar" ya da "Tanrı" diyordu. Biz şehri deneyimleyemeyen politis'ler yani bu anlamda ex-politis'ler, polis'in ancak denetimine maruz kalanlar olarak canavar olalım Tanrı'lara karşı… Bu yeni kamuda, kamusal alan diasporasında, Ece Ayhan'ın kara kamusuyla örtüşen demonik güçler bizim onları keşfetmemizi, onlara canavarlara dönüşmemizi bekliyor. Yeni kültürel kimliklerimizi bir canavar, bu Demonlar ile birer demon olarak esnek ve refleksif olasılıklar üzerine inşa edelim. Dünya kültürlerinin ekolojik temellerinin tahrip edilmesinin üzerine inşa edelim!
*Bu yazı ilk olarak Santatak.com'da yayımlanmıştır.
Desen: Barış Mengütay