Manisa’nın Köprübaşı ilçesi yakınlarında tespit edilen radyoaktif kirlilikten, 2008'de bir bilimsel çalışmada bahsedildiği ortaya çıktı.
Özer Akdemir'in Evrensel gazetesindeki haberine göre, 2008 tarihli bilimsel raporda yörede toprak, yer altı, yer üstü sularının yanı sıra Gediz nehri ve Demirköprü Barajı ile bitkilerin kirlendiği yazılmış. Raporun sonuç kısmında “Acil önlem alınmalı” denilmesine rağmen, devlet kurumları tarafından hiçbir çalışma yapılmadığı ve uranyum madeni çıkarılan yerlerde uyarı levhası ile tel örgü de konulmadığı öne sürüldü.
Köprübaşı’daki uranyum madeni çevresinde 2007-2008 yılları arasında “Köprübaşı (Salihli-Manisa) uranyum yatağı çevresinde toprak, su ve bitki örneklerinde uranyum düzeyleri ve olası çevresel etkilerinin belirlenmesi” konulu çalışma yapan Fırat Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Şaşmaz, bölgedeki uranyum kirliliğini tespit etmiş. Şaşmaz’ın 2008 tarihinde yayınlanan raporunda yöredeki uranyum yatakları üzerine ilk çalışmaların MTA tarafından 1961 yılında başladığı ve 1974 yılına kadar devam ettiği belirtiliyor. Raporda, yörede 1970 ve 1980 yılları arasında Etibank tarafından tesis kurularak, leaching yöntemi ile kayaçlar içerisindeki uranyumun kazanıldığı dile getiriliyor.
Yöredeki uranyum yataklarından 17 Ocak 1975 tarihinde ilk nükleer yakıt için gerekli olan “Sarı Pasta” üretildiğinin gerçekleştirildiğini aktaran Şaşmaz, daha sonra bu sarı pasta üretiminin durdurulduğunu ve tesislerin terk edilmiş bir şekilde bırakıldığını aktarıyor.
Köprübaşı uranyum yatağı ve çevresi, Şaşmaz’ın çalışması kapsamında toprak, bitki ve sulardaki uranyum kirlilik potansiyeli bakımından incelenmiş. Bu amaçla yataklar çevresinde yetişen çok sayıda bitki toplanırken, bunların kök, gövde, yaprak ve tohumlarındaki ağır metal miktarları saptanmış. Bunun yanında uranyum yatağı çevresindeki çok sayıda kaynak, kuyu ve derelerden akan suların analizleri yapılarak uranyum miktarları da belirlenmiş.
Bölgeden değişik yerlerden yörede yağışların en bol olduğu mayıs ayı ile en az olduğu eylül-ekim aylarında 30 adet su örneği ve 63 adet toprak örneği alınmış. Bu kaynak ve kuyularda yer alan suların bazılarında yüksek oranda uranyuma rastlanmış. Özellikle uranyum yataklarının bulunduğu alanlardaki yer altı sularının uranyum açısından oldukça fazla kirlendiği dile getiriliyor.
Şaşmaz, raporda şu ifadelere yer verdi:
“Madencilik çalışmaları yapılan bölge ve alanlar, üzerinde herhangi bir iyileştirme çalışmaları yapılmadan olduğu gibi terk edilmiştir. Böyle alanlarda uranyum, hem kısa, hem de uzun dönemde içerisinde, hem yüzey, hem de yer altı suları tarafından sürekli yıkanarak yöredeki toprak, su ve bitki örtüsünün kirlenmesine neden olmaktadır. Bu alanlar mevcut haliyle korunduğu takdirde yüzyıllarca devam edecek bir kirlilik kaynağı olarak kalacaktır. Böyle alanların zaman geçirilmeden kirlilik kaynağı olmaktan çıkartılıp, çevreye zararsız hale gelecek şekilde korunması gerekmektedir.”
Raporun “Sonuçlar” kısmında suların ve toprağın yanı sıra bitkilerde de önemli ölçüde uranyum tespit edildiğinin altı çiziliyor:
“Bu kirlenmeden, bölgedeki topraklar, yetişen bitkiler ve su kaynakları oldukça fazla etkilenmiştir. Bölgeden alınan çok sayıda bitkinin değişik kısımlarının uranyum analizleri yapılmıştır. Topraktaki uranyum miktarının çokluğuna bağlı olarak, bitkiler de doğrusal oranda bünyelerine uranyum almışlardır.”
Yöredeki su örneklerine ait analiz sonuçlarında ise şunlar ifade ediliyor:
“Özellikle Kasar, Ecinlitaş, Kemhallı, Killik ve Kınık bölgelerindeki kaynak sularının önemli oranda uranyum bakımından kirlendiğini göstermiştir. Yukarıdaki bölgelerdeki kirlilik miktarları, WHO, EU ve USEPA gibi örgütlerin ortaya koydukları standart değerlerin (20 ppb olduğu kabul edilirse) çok üzerinde, bazen bunun 10 katından daha büyük değerlere sahip olduğu görülmektedir. Bu sular, yöredeki insanlar tarafından hiçbir kısıtlamaya ve uyarıya maruz kalmadan, günlük ihtiyaçlarında içme ve sulama amaçlı olarak kullanmaktadırlar. Bu durum, hem yörede yaşayan insanlar, hem de diğer canlılar için çevresel bir risk oluşturmaktadır. Bölgedeki uranyumca zengin bu sular, Gediz Nehri’nin başlıca kaynaklarını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu durum Gediz Vadisi’nde yaşayan tüm canlıları direk veya dolaylı olarak etkilemektedir.”
Şaşmaz’ın raporunun önemli tespitlerinden biri de yöredeki su kaynakları ve barajla ilgili. Çalışma sahasından Demirci ve Gördes çaylarının geçtiğini kaydeden Şaşmaz, “Daha sonra bu çaylar Gediz Nehri ile birleşerek Demirköprü Barajı’na dökülmektedir. Buradan çıkan sular Salihli, Turgutlu, Manisa ve son olarak da İzmir’de Ege Denizi’ne dökülmektedir. Köprübaşı’dan Ege Denizi’ne dökülünceye kadar yaklaşık 150-200 km arasında yol kat etmektedir. İçerisinden geçtiği yerleşim yerlerinde, yer altı su akiferlerini beslemekte, zirai alanların sulanmasında ve yer yer de açılan kuyular yoluyla da içme amaçlı olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla Gediz Nehri aracılığıyla milyonlarca insan bu suyun etkilerinden dolaylı olarak da olsa etkilenmektedir” dedi.
Bu bölgelerden alınan kuyu ve kaynaklara ait sularda 230 ppb’ye varan yüksek oranda uranyum gözlendiğini vurgulayan Şaşmaz, bölgeden kaynaklanan yüzey sularının coğrafik olarak daha alt bölgelerdeki havzaların yer altı sularını beslemesi nedeniyle hem içme hem de tarımsal alanda kullanılan sulama suları açısından potansiyel bir risk oluşturduğuna dikkat çekiyor. Şaşmaz, yöredeki kirlilik ile ilgili şu önerilerde bulunuyor:
“Bu nedenle içme suları, kullanma ve sulama sularının yanında her türlü yiyecek, meyve ve sebzelerde de uranyum değerinin sıfır olması hedeflenmelidir. Bunun uranyum kirliliğine neden olan tüm doğal ve yapay kaynakların risklerini olabildiğince azaltmak için uranyum bulunan doğal alanlar üzerinde iyileştirme çalışmaları yapılmalı ve mevcut yataklar çevreye zarar vermeyecek şekilde rehabilite edilmelidir.”