Mehmet Altan*
Haftasonu, özellikle de Cumartesi günü tüm dünya medyası Paris’te 195 ülkenin onayladığı 2. İklim Zirvesi’yle ilgiliydi.
Küresel ısınmayı iki derecenin altında tutmayı, bir buçuk dereceyle sınırlandırmayı öngören ve küresel ısınmaya bağlı riskleri belirgin bir şekilde azaltacak olan yeni anlaşma, 1997’de imzalanan ve 2020’de süresi dolacak olan Kyoto Protokolü’nün yerini alacak.
Çok farklı eleştirilerin de hedefinde bulunan ama her şeye rağmen hem bugün, hem de yarın için hayati olan bu anlaşma dünya televizyonlarında naklen yayınlanırken, muhtarlar toplantısını ya da ücra bir ilçe kongresindeki konuşmaları baştan sona yayınlayan bizim televizyonlar bu konuyla neredeyse hiç ilgilenmedi.
Bu vesileyle dünyadan nasıl hızla kopup mezralaştığımızı bir kez daha gördük.
***
Cumartesi günü yeterince söz konusu edilmeyen tek haber İklim Zirvesi değildi, Irak’ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne başvurarak, Türk askerlerinin ülke topraklarından ‘bir an önce koşulsuz olarak’ çekilmesini istemesi de fazlasıyla sessiz geçiştirildi.
Irak Başbakanı Haydar el İbadi, çok açık ve net bir biçimde topraklarında Türkiye’nin askeri gücünü görmek istemediklerini söylüyordu.
Kendi ‘egemenlik sahası ihlal edildiği’ için Rus uçağını vurduğunu söyleyen Ankara ise bin dereden su getirip, uluslararası hukuka rağmen Irak’ta asker bulundurmaya devam edeceğini açıklıyordu.
Bu tek başına Musul’a hâkim olacakmış havası yaratmalar, içerdeki milliyetçi duyguları kabartmalar, çatışmaya davet çıkaran posta koymalar, ‘istikrar’ beklentisiyle siyasi iktidara oy atan piyasaları da altüst etti.
Hem de henüz ABD Merkez Bankası dolar faizini yükseltmemişken…
Dolar fırladı, borsa çakıldı.
***
Dışarıda, Rusya korkusu nedeniyle Suriye’de burnunun ucunu bile çıkartamaz haline gelmek yetmezmiş gibi şimdi de Irak’tan da atılma konumuna düşmüş olmak, içeride Güneydoğu’da yuvarlanan bir ateş topunun yol açtığı ölüm acılarını her gün çoğaltan bir çıkmazın artan alarmlarıyla yaşamak, siyasal iktidarın umurunda değil.
İktidar, başkanlık hayallerinin peşine takılmış vaziyette. Savaş tehlikesi, ölen insanlar, iç savaş görüntüleri onları hiç rahatsız etmiyor. Aksine, onlar bütün bu felaketlerin oya dönüşeceği hesapları yapıyor.
Milliyetçilik böbürlenmeleri MHP’yi eritir mi, taraflarca karşılıklı yükseltilen Güneydoğu’daki şiddet başkanlık referandumunda Kürt oylarını iktidara kaydırır mı…
Ankara’daki siyaset esnafının hesapları bunlar…
***
Ancak, içeride cehennem taşları döşenirken, dışarıda da siyasal iktidara yönelik ağır suçlamalar gittikçe yoğunlaşıyor.
Reza Zarrab’ın ortağı İranlı işadamı Babek Zencani’nin Devrim Mahkemesi’nde yargılanması sırasında ortaya çıkan gerçekler, 17-25 İddianameleri’yle örtüşürken, Londra'da düzenlenen bir konferansta konuşan ABD Hazine Bakanlığı yetkilisi Adam Szubin, IŞİD petrol faaliyetleri hakkında bugüne kadar Washington’dan gelen en detaylı açıklamayı yaptı.
“Şu an kilit konunun Türkiye sınırının kapatılması olduğuna şüphe yok. Türklerin bu konuda daha fazla şey yapmasını arzu ediyoruz” diyen Szubin, IŞİD petrolünün bir kısmının da Türkiye’ye geldiğini vurguladı.
***
İktidar, dışarıda savaş uçurumunun kenarında taklalar atıp, içeride siyasal İslam soslu Türk usulü bir Nazi rejimi yaratma peşinde işlediği suçları çoğaltırken, diğer yandan da yeniden seneyi devriyesi gelen 17-25 Aralık yolsuzluk davasını beyhude bir şekilde çeşitli atraksiyon ve ‘hırsız-polis’ oyunlarıyla unutturma gayretinde. Polis kovalayan hırsızdan söz ediyorum.
Siyasal iktidarın içine yuvarlandığı ve tüm ülkeyi de peşinden sürüklediği asıl büyük karanlık 17-25 Aralık 2013’de start aldı.
O karanlıktan sürekli suç işleyerek ve anayasal rejimi çiğneyerek çıkmaya ulaştıkça da içeride ve dışarıda daha fazla batmaya devam ediyorlar…
Siyasal iktidarın 17-25 Aralık yolsuzluk olayının üzerini örtme çabası, bana her seferinde 9 Kasım 2005’te Hakkâri’nin Şemdinli ilçesindeki Umut Kitabevi’nin bombalanmasını hatırlatıyor. Bombalanmanın ardından vatandaşlar tarafından yakalanan ve jandarmaya ait olduğu kesinleşen 30 AK 933 plakalı beyaz renkli Renault marka otomobilin bagajında bulunan silah ve belgelere ve üstelik de her şeyin gözlerimizin önünde olmasına rağmen askeriye bizleri böyle bir şeyin yaşanmadığına inandırmaya çalışmıştı.
Bu siyasal iktidar da aynısını yapmaya çalışıyor.
Bir imkânsızı becerebilmek için de baskıyı arttırdıkça artırıyor.
***
Bu baskının en gülüncü ise geçen yıl yaşanmıştı.
Liberal Demokrat Parti Beyoğlu İlçe Başkanlığı’na kapıyı kırarak giren polis, ‘17-25 Aralık İndiragandi Anma Haftası’ pankartını zorla indirmişti.
Bu yıl da ‘harami’ sözcüğü kamu literatüründen çıkarıldı.
Beyler azimli yalanlarına rağmen ne yaptıklarını ve kim olduklarını herkesten daha iyi biliyorlar tabii ki…
***
Nobel Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç, ödül kabul konuşmasında ‘güçlü’ ya da ‘insanlara layık’ ülke ayrımı yaptı…
Güçlü bir ülkede mi yaşamak istersiniz, insanlara layık bir ülkede mi?
Türkiye ise maalesef kendini olduğundan daha ‘güçlü’ göstermeye çalışan, gerçekle irtibatını epeydir koparmış ve bu toprakları ‘insanlara layık bir ülke’ olmaktan iyice uzaklaştırıp ‘yaşanamaz’ hale getiren mafyöz bir grubun tehdidi altında.
Türkiye bu tehditten kurtulup normalleşecekse, Anayasaya karşı yapılan hilelerle, çakma mahkemelerle değil, 17-25 Aralık’ın ve ardından gelen suçların gerçek mahkemelerde yargılanmasıyla normalleşecek.
Bu yazı gazete360.com'da yayımlanmıştır.