Mehmet Altan Silivri 9 No'lu Cezaevi
Ne zaman, Türkiye’de demokrasi iyice kaybolsa, bizim evin etrafında da kara bulutlar dolaşmaya başlar.
12 Mart 1971 askerî muhtırası ertesinde, Basınköy’deki baba evini, annemle babamın evlenme yıldönümü olan 28 Nisan günü, çok erken saatlerde göz hapsine almışlar, sonra da babamı alıp götürmüşlerdi. Selimiye Kışlası, Maltepe Zırhlı Tugayı, bir zaman sonra da Sağmacılar Cezaevi’ne uzanan bir zulmün süreci, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün affıyla son bulmuştu. Pek çok dünya diline çevrilen Büyük Gözaltı, Viski ve Küçük Bahçe adlı romanlar o zulüm yıllarının acılı çocuklarıdır. Zulüm yıllarının, belki de amortilik tek tesellisi çok güçlü eserlere döl yataklığı yapıyor olmasıdır. *** Cumhuriyeti kalıcı bir şekilde demokratikleştirmek yerine, tıknefes demokrasinin kolunu kanadını kırmak, buraların zaman zaman ortaya çıkardığı eski bir illetidir. Bu illet 28 Şubat 1997’de de depreşmişti, sonraları da, bugün de… Geçenlerde epeydir tutuksuz yargılanmakta olan 28 Şubat generallerine “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren düşürmeye, devirmeye iştirak” suçundan “ağırlaştırılmış müebbet” istendiğini okudum. Çok şaşırdım, çünkü 28 Şubat döneminin hatırı sayılır mağdurlarından biri olan benim için de, savcı esas hakkında mütalaasında “anayasal düzeni cebir ve şiddet kullanarak yıkmak” ve “din devleti” kurmaktan “ağırlaştırılmış müebbet” istiyor. İlk başta 3 kez ağırlaştırılmış müebbet istiyorlardı, şimdilerde insafa gelerek teke indirdiler. Dedim ya, demokrasi tümden el ayak çektiğinde, bizim de etrafımızda bela dans etmeye başlar. *** 28 Şubat Generalleri, Refahyol Hükümeti’ni ittirerek devirmeye kalkınca, buna itiraz eden özgürlükçü insanlara o dönemin egemenleri çok kızmışlardı. 28 Şubat aynen bugünkü gibi özgürlük ve yaşam kapılarımı zorlamaya başladığında; 11 yıllık Sabah Gazetesi yazarı, 11 yıldır hocalık yaptığım İstanbul Üniversitesi’nin 3 yıllık profesörüydüm. Yayınlanmış 20’ye yakın da kitabım vardı. Aynen yaşadığımız bu zamanlarda olduğu gibi andıçladılar. 28 Şubat andıcının bugün beni hedef alan zihniyetle neredeyse tıpatıp aynı olan maksadını o çok ünlü andıç üzerinden hatırlatmak isterim. Andıç’ta bizim için şöyle yazıyordu; “adı geçen gazetecilerin kamuoyunda saygınlığının azaltılması ve itibarının düşürülmesi ile terör örgütüne sağladığı destek ile ilgili aleyhlerine kamuoyu oluşturulması…” 28 Şubat döneminin generalleri, özellikle Çevik Bir ve Erol Özkasnak Sabah Gazetesi’nden atılmam için patron ve yönetime ağır baskı yaptı. Üniversitenin o dönemki rektörü Kemal Alemdaroğlu da benimle uğraşma çabasına hız verdi. Şunu hemen söylemeliyim; bırakın haksız hukuksuz zorla hapse atılmayı, ciddi mağduriyete ve sınırlamalara rağmen, zor ve tatsız zamanlar yaşadım ama yazı yazma imkânı tamamiyle ortadan kalkmadığı gibi, “üniversiteden atmak” gibi inanılmaz bir düşmanlığa da hedef olmadım. *** Bir keresinde, askerler ile öğretmenlerin maaşlarını kıyaslayan bir yazı yazdım; eğer “bilgi çağına” kilitlenecek isek, eğitime, öğretmene de çok daha fazla önem ve imkân vermemizi söyledim. Yazı başıma dert oldu. Önce hemen yazılarıma birkaç gün ara verildi. Hepsi tornadan çıkmış gibi protesto mektupları aldım. Aradan epey zaman geçmesine rağmen, muhalif gazetecilere yaptırılan bir Güneydoğu gezisinde, Şırnak’ta karargâha giriş panosuna o yazıyı asılmış gördüm. Meğer maaş kıyaslaması söylenen her türlü sözden, yapılan her türlü eleştiriden çok daha etkiliymiş; o zamandan bu zamana askerî maaşlar kamu personelinin 6 ayda bir maaş zamlarının açıklandığı kamu maaşları içinden çekilip alındı; bir daha da o listelere konmadı. *** O maceralı günlerin üzerinden fazla geçmemişti ki, çalıştığım gazetenin Genel Yayın Müdürü, evinde verdiği bir yemekte, sıkı sıkıya yemin ettirip, Genelkurmay 2. Başkanı Erol Özkasnak’ın gıyabımda “beni sürgü ucunda cephe cephe gezdirmekle” tehdit ettiğini söyledi. Epey sonraları da, Hasan Cemal’in Kürtler kitabında, Çevik Bir’in patrondan “beni atmasını” istediğini okumuştum. *** Hâlbuki benim isteğim hep belli, bir 28 Şubat yıldönümünde, 2006 yılında “Yarın 28 Şubat” başlıklı yazıda şöyle yazıyorum: “Ben din devletinde yaşamak istemiyorum, askerî rejim altında da….” Temel hak ve özgürlüklerin evrensel hukuk kurallarıyla güvence altına alındığı doğru dürüst bir ülkede yaşamak istiyorum. Özetle, askerî ya da sivil vesayete karşı olmanın bedeli ağır bu topraklarda. Şimdiler de o arzu ettiğim ülkeden daha da uzaklaşmış durumdayız. Yoksa “din devleti kurmak için darbe yaptı” gibi akla ziyan bir görüntü suçlamayla 16 aydır hapiste tutulur muydum? *** Gel zaman, git zaman, 2012 yılında TBMM’deki “Darbeleri Araştırma Komisyonu’na” hem darbelerin önüne geçilmesi için yapılması gerekenleri formülleştirdiğim Darbelerin Ekonomisi adlı kitabın yazarı olmam sebebi ve uzman kimliğimle, hem de 28 Şubat’ın mağduru olarak davet edildim. Komisyon Başkanı’nın yüksek övgülerine ve teşekkürlerine mazhar oldum, merak edip, ilgilenecek olanın pişman olmayacağı kapsamlı bir ifadeyle, bir akademisyen olarak uluslararası şartların askerî darbe arayışının önüne geçmek için alınması gereken tedbirleri, çözülmesi gereken sorunları anlattım. 28 Şubat’ta yaşadıklarımı özetledim. Heyhat, gelin görün ki, o ifadeden 4 yıl sonra, siyasal iktidar hiçbir eleştiri istemediği ve her aykırı sesi susturmak istediği için, tüm hayatımı askerî darbelere karşı ve “demokratik bir cumhuriyet” için heba etmiş olmama rağmen, yüzü kızarmayan bir pişkinlikle “cebir ve şiddet kullanarak” anayasal düzeni yıkmak ve “din devleti” kurmayı hedefleyen bir darbeye “fiilen” katılmakla suçlayıp, ağırlaştırılmış müebbede mahkûm edilmek isteniyorum. Gülmeyin, vallahi de, billahi de, durum aynen bu. *** Üstelik “cebir ve şiddet” kullanarak, “anayasal düzeni” yıkıp, bir “din devleti” kurmayı hedefleyen darbeye “fail” olarak katılmayı bir televizyon programında yapmışım. Bir buçuk yıl önceki, her hafta Perşembe günleri gerçekleştirilen o programda, Meral Akşener’in bin bir güçlükle topladığı MHP Kongresi ve bunun 2019 yılına kadarki siyasete ve parlamentoya etkileri, program günü Resmî Gazete’de yayınlanan EMASYA Kanunu ve İttihak Terakki dönemini anlatan Ölmek Kolaydır Sevmekten adlı roman üzerinden günümüz tartışılmıştır. Savcılar inatla yok saymaya çalışsa da, o programda 2019’daki seçime de bol bol vurgu var. *** Savcılar, o programdaki önü ve arkası boşaltılarak cımbızladıkları, esas hakkındaki mütalaaya aktarırken de çekinmeden tahrif ettikleri, hiçbir suç içermeyen bir tek cümleden dolayı beni “darbecilikle” suçluyorlar, ağırlaştırılmış müebbetle de cezalandırılmamı istiyorlar. Sağ olsun, Sulh Cezalar ve yargılanmakta olduğumuz mahkeme de bugüne kadar sessiz sedasız bu durumu izleyerek özgürlüğümüzün tahdit edilmesine hiç ses çıkarmıyor, duruma yardımcı oluyor. *** Anlatayım. Anayasal düzeni, anayasanın öngördüğü yasal yolları bir yana koyarak, “fiilî durum” yaratarak yok saymak anayasal bir suçtur. Bunu ister asker yapsın, ister sivil yapsın, hiç fark etmez. O televizyon programında o zamanlar gündemdeki konulardan biri olan “Türkiye’de fiilî durum var” söylemlerinin ortaya nasıl bir zorluk çıkaracağını anlattığım bir paragraf var. “… hukuk dışı bir şekilde devleti ele geçirmeye kalkacağını sanmak… Eğer o devlet var olmaya devam edecekse, bu bir gaflettir ve Türkiye Devletinin (yasama, yürütme ve yargı) içinde bütün gelişmeleri dış dünyadan daha fazla belgeleyen, izleyen bir başka yapı vardır. Yani onun ne zaman torbadan yüzünü çıkaracağı, nasıl çıkaracağı da belli değil. … Çünkü devleti (yasama, yürütme, yargı) ele geçirmeye kalktığın vakit, bir metabolizmayı yok etmek istiyorsun… … Bunları yok edemezsin. Edersen o zaman zaten devlet ve toplum yok olur. Bu olmayacaksa etmen mümkün değil” *** Bir önceki değiştirildiği için, duruşmaya bir kez katılarak “esas hakkında mütalaa” hazırlayan savcının iddianamesinde “askerî ve sivil darbeciliğe” karşı tavır alan bu anlatım, önce tahrif edilerek, sonra da tek bir cımbızlanmış cümleye indirgenerek “ağırlaştırılmış müebbet” cezası için en ağır ve ciddi “delil” olarak gösteriliyor. Vallahi öyle. *** Tahrifata ve algı operasyonuna da dikkat ederek “o cümleyi” beraberce okuyalım, bakın bakalım böyle bir suçlama ve “esas hakkında mütalaa” gördünüz mü? “… Türkiye Devleti içinde muhtemelen bütün bu gelişmeleri dış dünyada daha fazla belgeleyen izleyen bir başka yapı var. Onun ne zaman torbadan elini çıkaracağı, nasıl elini çıkaracağı belli değil… Cımbızlama ve tahrifatı gördünüz mü? Bundan sonrasında ne “delil” ne bir “olgu” ne bir “somut ispat” var, sadece çalakalem bir senaryo, asılsız ve ispatsız ithamlar var. Okuyalım da görün: “….şeklinde askerî darbe ortamının var olduğunu ifade ettiği (nerede, nasıl?) ve programda sanıkların hep birlikte darbe çağrışımıyla, subliminal mesaj içeren söylemlerde bulundukları (nerede, nasıl?), bu söylemler kapsamında Türkiye hükümetini ve Cumhurbaşkanını tehdit ettikleri (nerede, nasıl?), darbenin gerçekleşeceğini beyan ettiklerini (nerede, nasıl?) darbe girişimini terör örgütünce fikir ve eylem birliği içerisinde olmadan bilmelerinin (ispatı nerede?) ve bunun bir gün önce kamuoyu algısını şekillendirecek şekilde beyan etmelerinin mümkün olmayacağı… (ispatı nerede?)…” Kanıt, ispat, olguya filan gerek yok; gördüğünüz gibi, bastır, ittir gitsin; hattâ paragrafın tümüne bile bakmaya gerek yok, hattâ hattâ cımbızlanan cümleyi tahrif etmeden doğru olarak aktarmaya bile gerek yok. Hukuka, yargıya adalete de gerek yok; canımızı sıkıyor bir yolunu bulup “idam edelim” gitsin; idam yoksa “ ağırlaştırılmış müebbet” verelim, ömür boyu susturalım çıldırması var. Diyecek bir şey yok, her şey ortada, ama şunu söyleyebilirim; bana bugünkü ceza mevzuatında tanımlanmış bir “suç delili” göstersinler, ömrüm yettiğince hapis yatayım. Bugüne kadar ceza kanununda tanımlanmış bir “suç delili” gösteremeden, matbu kâğıtlarla hapiste tuttular ve yargılar gibi yaptılar çünkü… Zaten bu işler bu kadar zıvanadan çıkmasa; akıl, izan, vicdan ve hukuk buharlaşıp, kaybolmasa, 28 Şubat generalleriyle ben aynı suçtan “ darbecilikle yargılanıp, cezalandırılmak ister miyim? Söyledim ya, Türkiye’de demokrasi ne zaman iyice kaybolsa, bizim etrafımızda da kara bulutlar dolaşmaya başlar, zulüm hazırola geçer.