1979 yılında doktora için Paris'in yolunu tuttuk.
O tarihten sonra, "Basın Tarihi"nin parçası hâline gelecek mesleki çabaların kısa bir özetini daha önce yapmıştım:
1979 yılındaki Paris'teki doktora öğrenciliğim bu serüvenin ateşini harladı.
Hürriyet'te başlayan Paris Mektupları, beş yıl boyunca Cumhuriyet'te sürdü.
Aynı süreçte zaman zaman Milliyet'e de meslekî makaleler yazdım.
1984 yılında Türkiye'ye döndükten sonra, Güneş'te önce kimini kitaplaştırdığım dizi yazılar hazırladım, sonra da haftada bir köşe yazısı yazmaya başladım.
Ardından ancak kısa bir süre çıkabilen Söz gazetesinde haftada dört gün köşe yazarlığına devam ettim.
Sonra yirmi yıl boyunca Sabah ve 2006'dan 2012 yılının başına kadar Star'da başyazarlık…
Şimdi, basın tarihinin izlerini sürerken, 1990 yılları tamamlamadan bu yolculuğu biraz daha detaylı anlatabilirim.
Ahmet Altan o tarihte Hürriyet gazetesi Dış Haberler Servisi'nde çalışıyordu.
Benden "Paris Mektupları" yazmamı istedi.
İstediği yazıları yazmaya başladım. O yazılar düzensiz aralıklarla yayımlanıyordu. Hürriyet'e bir süre yazdım. Aradan 40 yıl geçmiş, tüm ayrıntıları anımsamıyorum.
Ama Hürriyet'e yazdığım yazılardan birinin, "İnsansız Resimler" başlığını taşıdığını çok net hatırlıyorum. Bu yazıyı 1985 yılında yayımlanan ilk kitabım "Kanatlı Karınca"ya da aldım:
Küçük, loş bir salonda kimselere görünmeden yüz yıl önceye gidip, Paris'in ıssız sokaklarında yürüyoruz. Salon boş, yüz yıl önceki Paris'in sokakları da öyle. Kimselere rastlamadan ağır ağır dolaşıyoruz.
Paris kent belediyesinin kütüphanesinde, Charles Marville'nin 1851-1879 yılları arasında çektiği resimlerden oluşan 'Fotoğraflarla Paris' sergisini geziyoruz.
Fotoğrafları, o zamanki belediye, şehircilik çalışmaları için çektirmiş.
Bu nedenle, içinde dolaştığımız resimlerde 'insan unsuruna' pek rastlanmıyor…
Kısa bir zaman sonra gene Ahmet'in girişimiyle zaman zaman diziler yazdığım Cumhuriyet gazetesine taşındım.
Nitekim, Cumhuriyet'te yayımlanan ilk Paris Mektubu'nu ararken, gazetenin arşivinde 1976 tarihli "Servetin Boyutları" başlıklı bir yazı dizime de rastladım. O zaman 23 yaşındaydım.
Hasan Cemal, Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim başlıklı kitabında, 1981 yılında Genel Yayın Müdürü olduktan hemen sonraki dönemi şöyle anlatır:
Cumhuriyet'in yorum ve renk yelpazesini genişletmek hiç de kolay iş değildi. Okay da, ben de biliyorduk bu Cumhuriyet gerçeğini. Ama yıldığımız söylenemezdi. Bu yoldaki çabalarımıza bir süre sonra 'Pazar Yazıları' da katılacaktı.
Cumhuriyet'in birinci sayfasının sekizinci sütunu, her hafta pazar günü yukarıdan aşağıya bu yazıların anonslarına ayrılırdı.
Brüksel'den Hadi Uluengin, Madrid'den Nilgün Cerrahoğlu, San Sebastian'dan Mine Saulnier, Paris'ten Mehmet Altan, Londra'dan Ragıp Duran, Köln'den Ulya Üçer, Washington'dan Haluk Şahin, Stockholm'dan Yavuz Baydar, New York'tan Tanju Akerson, sonra Şebnem Atiyas (Şenyener) ya da o sıralarda dünyanın herhangi bir yerinde olan Cumhuriyet muhabirleri kendi yazarlık yeteneklerini devreye sokmaya çalışarak renkli denemeler yaparlardı.
Ve bu 'Pazar Yazıları' yıllar içinde gazetenin en çok tutan köşelerinden biri haline gelecekti. Okur araştırmalarında da kendini belli eden bu durumdan bazı yazarlar hoşlanmayacaktı.
'Hasan Cemal çaktırmadan Cumhuriyet'e yeni yazar kadrosu hazırlıyor' diyen yorumlar gazete kulisinde kulaklara çarpacaktı.
Bunu en çok dile getiren de İlhan Selçuk olacaktı. Ancak bu 'Pazar Yazıları' devam edip gidecek ve okunan köşeler olma niteliğini uzun yıllar koruyacaktı.
Cumhuriyet'te yazar-yorum yelpazesini genişletmek güç ve çetrefil bir işti.
Cumhuriyet'in hem Paris muhabirliğini yaptım hem uzun süre "Paris'ten'' başlığıyla yazılar yazdım. 1984 yılında Türkiye'ye döndükten sonra da Cumhuriyet gazetesinin haftalık ekinde Ümit Kıvanç'ın çıkardığı "Siyaset Dergisi''nde de birkaç yıl daha ekonomik ve siyasi yazıları sürdürdüm…
Ancak Hürriyet'ten sonra Cumhuriyet'te yayınlanan ilk "Paris'ten'' yazım ne zamandı, onu tam bulamadım. Üstün körü bir taramada rastladığım Cumhuriyet gazetesi arşivindeki ilk köşe yazım, 13 Şubat 1982 tarihli gözüküyor. Daha önce miydi, daha sonra mı çıkaramadım… Muhtemelen daha önceydi.
Yakın dönemler üzerinden zaman yolculuğuna çıkınca, bu yakadan karşı kıyıya, karşı kıyıdan da şimdi durduğumuz noktaya ve nihayetinde de her ikisine birden bakıyorsunuz.
O tarihlerde, Kasım 1982'de "Hoş Geldin Bebek" başlıklı yazımı şöyle bitirmişim:
Bebeği, özel kimliğine kavuşturarak devletin, başka bir deyişle hukukun güvencesi altına almak için adını soruyorlar. Daha önce ikaz edildiğiniz için bebeğin adını hemen söylemek mecburiyetinde olduğunuzu biliyorsunuz.
Kararlaştırdığınız ismi söylüyorsunuz.
İsim kayıtlara geçiyor. O dakikaya kadar 'bebek' olarak anılan oğlunuz, 'Ömer' adını alarak, özel kimliğine bürünüyor.
Ömer'i kucağınıza alıp, kulağına eğilerek 'ses eşiğini' aşan bir şekilde bağırıyorsunuz. Ama sesiniz çok yavaş çıkıyor:
- Hoş geldin.
Şimdilerde ise aynı heyecanı, aramıza yeni katılan torunum Aden için duyuyorum…
Onun da kulağına "ses eşiğini" aşan bir şekilde bağırıyorum:
- Hoş geldin.