Mehmet Altan*
"Basın ne işe yarar ve 80 sonrası çarpılma…" başlıklı yazıda, basının "işlevini ve asıl görevini hançerlenmemiş ve ihanete uğramamış hâliyle" kısaca yeniden anımsatmıştık. Şimdi artık medyanın, nasıl medya olmaktan çıkarıldığını görebiliriz.
Gazetesini 1993 yılında Aydın Doğan'a satarak basın dünyasından çekilen Hürriyet gazetesinin eski sahibi Erol Simavi, "Basın için dünyada beş kuvvetten biridir, dördüncü kuvvettir derler. Bu söz Türkiye için geçerli değil… Birinci kuvvet Türkiye'de basındır…" demişti. Bunu da basının askerî darbelere zemin oluşturabilme gücüne bağlamıştı. O zamanlar henüz sivil vesayet söz konusu değildi. Basın, gücünü ve ayrıcalıklarını askeri vesayetin emrine girerek, onun amaçları doğrultusunda yayın yaparak elde etmeye uğraşıyordu.
1970-1981 yılları arasında Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürlüğünü yapan Nezih Demirkent de 1995 yılında yazdığı Medya, medya adlı kitapta, basının birinci güç olma arzusunun altını çizer ama bunu 1980 sonrası yapısal değişikliğe bağlar:
"Basın organları hem yasal özgürlükleri hem de toplumun kendisine vermiş olduğu dördüncü güç konumunu aşarak, birinci güç konumuna gelmek istemektedir.
Bu isteğin sebebi ise, basının büyük sermaye sahiplerinin eline geçmesi, bu sermaye sahiplerinin politikacılarla olan ilişkileri ve bu ilişkileri çıkarları doğrultusunda kullanma arzularıdır."
Ancak basın büyük sermayenin eline geçmeden önce de kendi parasını kendisinin kazanacağı bir yapıya ve güce sahip değildi. Parasını gazetecilikten kazanıp kendi patronu olamadığı için de hep bir başka patronu oldu: Ya devlet ya reklamlar…
1980 öncesinde basın, üslup, ciddiyet, nitelik açısından bugünkü pespayeleşmeye oranla tabii ki daha ağırlıklıydı. Bizdeki bu irtifa kaybının temel nedeni baskıcı vesayetin nitelik kaybı…
Genelde dünyada da nispî bir hafifleme eğilimi var. Yığınlar sisteme katılıp görünür oldukça bunun olumlu yanları yanında, bu tür negatif yanları da oluyor ama bizdeki çöküş bununla açıklanabilir bir çöküş değil.
Askerî vesayet döneminde basın, bu gizli iktidara yardım ederken başlığını, haberini, içeriğini kendi belirliyordu. Şimdi ise bu kadarcık bir yeteneği ve donanımı bile yok basının bir bölümünün. Başlıklarını ve haberlerini onlara tek merkezden hazır olarak veriyorlar. "Merkez" nitelik kaybettikçe basın da nitelik kaybediyor.
Bu büyük çöküşün başlangıcı 28 Şubat dönemidir denebilir… Gazete sahipleri o dönemde bankaları kapıştılar. Gazeteler arasındaki rekabet, habercilikten çıkıp kim daha büyük bankayı kapacak, kim basın dışındaki yatırımlarda daha büyük teşviki alacak yarışına döndü.
İş adamı basın patronları, gazete yöneticilerini kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda seçiyordu, bu yöneticiler de iktidarla pazarlıklara girişen CEO'lara dönüşüyorlardı. Çünkü medya yöneticilerinin önceliği de patronlarının basın dışındaki çıkarlarını korumak olmuştu.
O dönemde basın kuruluşları arasındaki çıkar anlaşmazlıkları sonucu patlak veren büyük medya savaşları, medya-siyaset ilişkisinin kirli çamaşırlarını da ortaya döktü: Ucuza kapatılan devlet bankaları, haksız ve usulsüz krediler, keyfi verilen teşvikler, çeşitli fonlardan medyaya aktarılan kaynaklar…
Bütün bunlar, basının aslî fonksiyonlarından epeyce uzaklaşmasına sebep oldu. Bu gelişmeler ışığında basın, objektiflik ve sorumluluk ilkesini tamamen göz ardı ederek yayın yapabilir hâle geldi.
Tarafsız gibi görünen basın organları, okuyucularına gerçek olmayan haber ve bilgileri sunan, yanlış bilgilerin doğru olduğuna okuyucularını inandırmaya çalışan bir bozulmayı benimsedi. Çıkar yarışı, objektif haberciliği çok gerilerde bıraktı.
AKP dönemi, böyle bir çöküşün üstüne geldi… Bu tür yozlaşmaların önleneceğine dair sözler verdi. Öyle olmadı.
İktidar merkezîleştikçe, basın da neredeyse tek elden yönetilir oldu… Siyasi iktidar, kendisine hizmet eden basına, bu amaç doğrultusunda kendi haberini seçme özgürlüğünü bile tanımadı.
Basın yöneticileri emir erleri hâline geldi… Kalite iyice düştü. İktidar kadroları nitelik kaybettikçe basın da nitelik kaybetti. Sonunda medya öldü. Ve ortada bırakılan bir ölü gibi de çürüdü.
Bugün gerçek gazetecilik için direnen bir avuç dışındakilerin meslek onuruna çok rahatça ihanet etmeleri sonucunda "medyanın namusu" Sedat Peker'in alay ettiği noktalarda sürünüyor. Nasıl ki devletin temel üç büyük gücü olan; yasama, yürütme ve yargı, işleyişlerini düzenli olarak yerine getirmediklerinde sosyal sistemde aynen bugün yaşadığımız gibi ağır çöküntü meydana geliyorsa, dördüncü büyük güç olan basın da, doğru ve objektif haber verme işlevini yitirince bu çöküntü katmerleniyor.
Basın-siyaset ilişkisinin arzulanan düzeye gelmesi için, basın sektörünün basın dışında herhangi bir ilişkisinin kesinkes olmaması gerekir. Siyasetin de toplumsal sorunları çözecek gerçek reçetelerin öz güveniyle, yalandan, dolandan, asparagastan medet ummayacak bir sahicilikle yapılması gerekir… Halka dönük, toplumsal sorunları çözme projelerinin yarıştığı demokratik bir ortamın oluşmasından söz ediyorum. Türkiye'de bu mümkün mü? Şimdiye kadar olmadı…
Bu ancak demokratik rejimlerde gerçekleşebiliyor… O nedenle demokratik toplumlarda "basın toplumun bekçi köpeğidir" deniyor. Halbuki şimdi sahibinin sesi ve köpeği.
Sağlıklı ülkelerde demokratik toplumlarda, halkın siyasetçileri denetlemesi, gelişmeler hakkında bilgi alması basın yoluyla gerçekleşir… Siyasetçilerin de icraatlarını topluma aktarabilmeleri için basına ihtiyaçları vardır. Görüldüğü üzere toplum, basın ve siyaset bir arada var olur, birbirini denetler ve çürümeyi önler. Bugün bu noktadan çok ama çok uzağız. Ama Türkiye de bir gün o düzeye gelecek umudumuzu kaybetmiyoruz çünkü şu sırada ümitten başka bir şeyimiz kalmadı.
P24'te yayımlanmıştır.