Mehmet Altan*
Geçen haftaki "Babadan Oğula: Hapishanede Yazılan Kitaplar" başlıklı yazımı okuyan çok dikkatli yakın bir dostum anımsatmasa benim de anımsayacağım yoktu doğrusu…Defne Asal ile bir nehir söyleşiyi içeren ve kısmen yaşamımı da anlattığım İkinci Cumhuriyet'in Yol Hikâyesi adlı kitabın 61. sayfasında, geçen haftaki yazımda uzun uzadıya andığım La Revue Des Deux Mondes dergisiyle ilgili babamla yaşadığım yakıcı bir anım var: Bir keresinde uzun uzun zaman kavramını anlattıktan sonra, gidip Abdülhamit'in sarayından çıkma o 120 yıllık ciltlerden birini getirmiş ve zaman kavramını somutlaştırmak için o cilde elimi değdirmişti, elektrik çarpmış gibi olmuş, ağlamaya başlamıştım.Zamanla ilgili gece boyu süren o konuşma ve yoğunluğun bir kitabın üstünde somutlaşarak kendini hissettirmesi bana ağır gelmişti herhalde…
Zaman kavramının en ağır sorgulandığı yerlerden biri de hiç tartışmasız hapishaneler... Zaten "hapis cezası" da, "yaşam ânını" donduran ve sizi canlı bir ölü haâline getiren bir ceza…Artık son kırıntılarını yayınladığım "Silivri Notları'nda "Hapishanede Bir Hafta Nasıl Geçer?" başlıklı 30 Kasım 2017 tarihli bir sayfaya rastladım… Yukarıdan aşağıya haftanın yedi gününü sıralamış, yanına birer satırlık açıklamalar koymuşum…
PazartesiPazartesi'nin karşısına "avukat görüşmesi" yazmışım…Bir yabancı gazeteciye de söylediğim gibi, ben "en görünmez olduğu anlarda bile hukuka güvenerek" konum belirledim. Aslında gözaltına alınıp tahliyeye kadar geçen süre içinde hukukun görünmez olduğunun bilincine erkenden vardım. Nitekim Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve bu iki mahkeme kararı üzerinden evrensel hukuka uygun bir hüküm kuran Yargıtay kararı da ilk derece ve İstinaf mahkemelerinin Anayasa'yı yok sayması nedeniyle yaşamımdan zaman çalındığını kayda geçti…Dört yıl önce, 10 Eylül sabahı 6:30'da, 34 yaşında bir savcı "subliminal mesaj" verdiğimiz iddiasıyla bizi uzun sürecek bir bayram öncesi gözaltına aldırıp kendi tatile çıktı. Daha fazla bir şey söylemeye gerek var mı?Ben her görüşme gününde avukatlara hukuk varmış gibi şikâyetçi olurdum… Dışarıyı bildikleri için bu hukuksal yakınmalarım onlara manâsız gelse de çaktırmazlar, bana hak verirlerdi.Bu bağlamda hukuksal notlar, sorular hazırlardım.Bekir Bozdağ ve Mehmet Uçum alenen suç işleyerek hakkımda verilen Anayasa Mahkemesi kararının, Anayasa'nın 153. maddesinin emredici hükmüne rağmen dinlenmemesi gerektiğini söylediler.Hâkim ve Savcılar Kurulu'nun hâlâ haklarında hiçbir işlem yapmadığı İstanbul 26 ve 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nin dört üyesi devletin meşruiyetini yok eden bu tavsiyeye uydu.Cumhuriyet tarihinde eşine rastlanmamış bu korkunçluğu görünce bir an hukukun tamamıyla öldüğünü düşündüğüm olsa da hukuk hep varmış varmış gibi durdum.
SalıNotlarımda Salı günü karşısına "iki haftada bir telefon görüşmesi" ve "yumurta, simit, poğaça" yazmışım…Biz OHAL döneminde gözaltına alınıp uzun süre bir de ekstradan OHAL cefası gördük…Normal tutuklu haklarından bile yararlanamadık. Avukat, aile görüşmeleri, telefon imkânı hepsi kısıtlıydı. Mektup alıp yazma imkânı yoktu…Hoş bugün artık OHAL yok ama Ahmet Altan'a dışardan yollanan hiçbir mektup ulaşmıyor.
On beş günde bir salı sabahları yapılan telefon görüşmelerine ayine gider gibi giderdim.Erkenden heyecanla kalkılır, özenle hazırlanılır, söylenecek şeyler, sorulacak sorular, istenilecekler hafızada tazelenir… Çünkü konuşma sırasında kâğıt, kalem, not yasaktır.Mazgaldan "telefon" diye bağırılması, demir kapının açılması beklenir, çok hızla geçen on dakika ertesinde uzaklarda bir hücrede mahsur tutulmanın yakıcı hüznüyle geri dönülür.Öğleden sonranın en önemli sevimli kıpırtısı ise pazartesi sabahları verdiğiniz yumurta siparişlerinin gelmesidir. Haşlanmış yumurtalar, salı öğleden sonra gelir. Ayrıca pastane siparişleri de salı günü teslim edilir. Simit, poğaça, sütlü tatlılar filan…Bu imkândan uzun süre sonra haberdar oldum. Bunların yumurta kadar peşinde koşmadım… Yumurta temel bir gıda olduğu için önemliydi.
ÇarşambaÇarşamba günleri "aile görüşmesiydi"…İyi, moralli ve dirençli görünmek için önemsenen bir davete gider gibi üst başa dikkat edilir, sabırsız bir şekilde görüşme saati beklenir. Bizim görüşme saatimiz 13:30'du. Bir saat süren görüşme ertesinde gecikmiş yemekleri atıştırmak için masa başına oturulduğunda, hüzünlü ağır bir sessizlik olur. Çocukları küçük olanlar görüş sonrası daha çok dağılır.Bu ülkede adeta okur-yazar olan herkesin bir hapishane macerası var. Görüşün ardından hücrede küçük çocukları olanlara daha fazla çöken hüznü görünce; gerçek bir özgürlük hiçbir zaman olmadığı için, çok saçma olsa da hapishaneye girmeyi veri kabul ederek, "hapishaneye erken yaşta mı, daha ilerlemiş yaşta mı girmenin daha uygun olduğunu" bazen kendi kendime sorduğum olurdu.
Allah'ın belası korona sonrası, hapishanede hayat kuralları çok değişti. Bu anlattıklarım daha gerilerde kaldı…Aile görüşmeleri askıya alındı… Açık görüş tamamen kalktı… Şimdi yeni yeni ayda bir aileden tek bir kişi olmak üzere camlar arkasından görüşebiliyorsun. Avukatlar da yüz yüze görüşemiyor. Naylonlarla bölünmüş kabinlerde gene naylonlar ardından görüş yapıyorlar, doğrudan doğruya evrak alıp verme olanakları da yok.Buna karşın telefon imkânları arttı. Hapishanedekiler yüzlerinde maske, elde kolonyalı mendillerle haftada 20 dakika daha önceden idareye adını verdikleri aile fertleriyle görüşebiliyor.Bizim en büyük meşgalemiz sabahları gelen gazetelerdi. Günün geçmesinde en büyük yardımcı, o didik didik okunan gazeteler olurdu. Şimdi ise gazeteler korona nedeniyle bir gün sonra veriliyor...
Perşembe
Perşembe gününün karşısında "manav" yazılı.
Pazartesi sabah içtima sırasında kantin fişleri ve diğer konulardaki dilekçeler toplanır.
Haftalık yeme-içme ihtiyaçları ve diğer gereksinimler kantine ısmarlanır. Özellikle karavana dışında beslenebilmek için parası karşılığında ısmarlanan meyve ile yeşillik ve domates çok önemlidir. Zaten ben de belli ki bu algıyla perşembe karşısına "kantin" yerine "manav" yazmışım…Bayramlarda haftalık kantin alış verişi inkıtaya uğrar. Bu inkıta hapishane yoksunluğunu katlar, can sıkıntısını artırır. Gecelerin zaman öğütücüsü çekirdekten, yemeklerin neşeli eskortları salatalara, şalgamdan kolaya kadar hapishanedeki kantinlik her şeyden sizi mahrum bırakır. Beslenme işi de zora girer.
Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri karşısında hiçbir şey yok… Haftalık rutinin daha da sıradanlaşmış günleri… Ama cuma gene de cumartesi ve pazardan iyidir. Çünkü dışarının tatil olmadığını, hayatın normal işlediğini, dünya ile ilişkiyi sağlayan hücrenin demir kapısındaki mazgalın kalkabileceğini, dışardan haber alma ihtimalinin teorik de olsa mümkün olabileceği bilinir.Cumartesi ve pazar ise hayat daha da sağırlaşır, akmayan zaman iyice donar. Mazgal genelinde yalnızca ekmek, gazete ve yemek için açılır…Sonrası pek yoktur. Çünkü idare de tatildir…
Pazar gününün hemen altında bir minik bir ibare kondurmuşum: Bir yanım İranBir yanım Çehov diye yazmışım… Bir yanım İran, çünkü dindarlar , pazar günleri avlularda kısık bir sesle Kur'an okur. Avlu bana kadın sesinin duyulmasının yasak olduğu İran'ı anımsatırdı. İran'da da bir pazar günü kaldığım otelde duyduğum tek ses gün boyunca mırıltılı Kur'an okuma sesi olmuştu.…Çehov'a gelince…İçinde bulunulan uğultulu ortam belli ki Çehov'u, onun piyeslerindeki ağır akan olayları anımsattı… Toplumsal nebulayı Çehov'un mükemmel bir şekilde anlatabileceğini düşünmüş olmalıyım....
Hapishanede bir hafta nasıl geçer?
Yukarıda anlattıklarım zamanın görüntüde geçen hâli…
Yazının başlangıcında babamla yaşadığım sarsıcı anımı naklettim :
Abdülhamit'in sarayından çıkma o 120 yıllık ciltlerden birini getirmiş ve zaman kavramını somutlaştırmak için o cilde elimi değdirmişti, elektrik çarpmış gibi olmuş, ağlamaya başlamıştım.
Zamanla ilgili gece boyu süren o konuşma ve yoğunluğun bir kitabın üstünde somutlaşarak kendini hissettirmesi bana ağır gelmişti herhalde…
Hapishanedeki tam tersidir…
Zaman somutlaşmaz…
Çünkü…
Aslında hapishanede zaman geçmez…
*Bu yazı P24'ten alınmıştır.