Olağanüstü Hâl dönemlerinde hapishaneler daha da sıkıntılıdır. Zaten çok kısıtlı olan haklar daha da kısıtlanır. Aile, avukat görüşmelerinden tutun da savunma içerikli yazışmalara kadar her şey daha da zorlaşır.
Silivri’de tuttuğum hapishane notları, tutuklanmamı bütün detaylarıyla anlattığım el yazısıyla 45 sayfalık, "Benden Darbeci Çıkmaz" başlığı attığım bir bölümle başlıyor. Bunu yazdım ama dışarıya ulaştırmama izin vermediler, henüz yayınlamadım da…
İçeride, gene hemen ilk başlarda, Basın Tarihi’ni yazmaya devam edebilir miyim düşüncesiyle, gözaltında okuduğum ve bizim yaşadıklarımızla fazlasıyla ortak noktası olan "Ahmet Rıza Bey Silivri’de" başlıklı gene el yazısıyla 18 sayfalık bir metin daha yazmışım.
1858 - 1930 yılları arasında yaşayan Ahmet Rıza Bey hem İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin önde gelen kurucularından biri hem de Auguste Comte’un pozitivizm felsefesini Türkiye’ye tanıştıran kişi.
Osmanlı’nın kurtuluşunu ve kalkınmasını, kişi veya siyasal rejim değişiklikleri yerine toplumsal yapı değişikliğinde gören ve bu yönde çalışmalar yapan ve inişli, çıkışlı bir yaşamın da sahibi.
Ancak Ahmet Rıza yazısına da izin çıkmadı.
Bu metin tahliye olduktan sonra yayımladığım ilk Basın Tarihi yazısı oldu.
Sonra notlarımda Aralık 2016 başına kadar bir sakinlik var…
Yayımladığım ilk notu 3 Aralık’ta yazmışım.
Bunu da ancak iki yıl sonra 5 Aralık 2018’de "Kayıp Cumartesiler" başlığıyla yayımladım.
Çekirge macerasını da orada anlattım.
Şimdi yeniden Aralık gelince, ben de Silivri Notları’nda yayımlayamadığım tek tük kalan bazı kısımlara geri döndüm.
Ondan biri de hemen 1 Aralık günü yazdığım ilk not.
Neredeyse günü gününe tam dört yıl önce.
10 Eylül’de gözaltına almışlar, 22 Eylül’de tutuklamışlar, 12 gün tecritte bırakmışlar.
Sonra 3 Ekim tarihinde beni üç kişilik bir hücreye koymuşlar.
Bu ilk notu da bu sürecin sonunda "yeni hücremde", tutukluluğumun 80. gününde yazmışım.
Kâğıda önce tarih atmışım: 1 Aralık 2016…
Diklemesine minik bir çizgi çizip devam etmişim:
Perşembe…
Başına yıldız işareti koyup yazdığım ilk cümle şöyle:
Sabah avlu; bir kış güneşi var, ama bana sanki bahar müjdecisi bir Akdeniz güneşi gibi geliyor.
Belki de garip bir şekilde mevcudu daha sevecen, daha sıcak bir kış güneşi gibi algılamak istiyorum.
Saat daha 10, bir yaşam kıvancı var, yürüyorum.
Bir yıldız daha koyup ikinci paragrafa devam ediyorum:
Biraz da böyle algıladığım için sanki mesela Nice’de, ünlü Promenade Des Anglais’de gezintiye çıkmış gibi hayal ediyorum, daha doğrusu bunu hisseder gibi yürüyorum avluda…
Sanki en yakın kahvelerden birine dalıp bir espresso içecekmişim gibi…
Notlar, her defasında başına bir yıldız koyduğum paragraflarla devam ediyor:
Silivri’de tutsaklığı anlatan bir kitabı zihnimde evirip çeviriyorum.
Adı, ‘Silivri’de Çekirge’ mi olsun, yoksa ‘Silivri’de Sonbahar’ mı?
Bunu da kış güneşi altında volta atarken zihnimden geçiriyorum…
Aslında birçok şey için sonbahar.
20. yüzyıl, Orta-Doğu, Dünya, Türkiye…
Ve benim için…
Burada çok daha yoğun bir şekilde tüm gelişmeleri mümkün olabildiğince en ince ayrıntılarına kadar soluksuz izleyip, değerlendirmeye çalışıyorum. Değerlendirirken aklıma ister istemez Osmanlı’nın son günleri, 1911 sonrası gelişmeler, Balkan Savaşı gibi olumsuz örnekler geliyor.
‘Çekirge’ benzetmesi mi, ‘sonbahar’ mı daha uygun, galiba buna biraz da yakın gelecek karar verecek.
Yıldızlı paragraflar ardı ardına devam ediyor:
Buradan da Ahmet Rıza’nın gözaltında okuduğum kısa anıları aklıma geliyor. Öylesine bugünlere benziyor ki yüz yıl önce, yüz yıl sonra körlemesine kendi etrafında dönüp duran bir kısır dans sanki buralarda yaşamak.
"Sabır yaşamı daha da sıradanlaştırıyor" ama zihnin faaliyetini de dopingli bir hâle getiriyor.
Şark’ın siyasî zulümleri de Ahmet Rıza’yı anımsamamı kışkırtıyor…
Siyasal rekabeti kişisel öç alma girişimlerini indirgemeleri okuyunca, buralardaki siyasi iktidar arzusunun nasıl yedikçe açılan bir iştahı yansıttığını bir kez daha görüyorum.
Hele siyasal İslam…
Siyasal İslam’ın açık büfenin başından ayrılmamak için nasıl her şeyi yapabileceğini…
Kutsallar üzerinden siyaset sömürüsü yapan ve iktidar için hiçbir kutsalının olmadığını…
Ve bunun için her şeyi ama her şeyi yapmaktan çekinmeyecek bir siyasal müptezelliği refleks hâline getirdiğini fiilen yaşıyorum.
1 Aralık notlarının altına o günün olaylarını yansıtan bir kaç kısa gelişme aktarmışım:
Lavrov, Bahçeli-Binali görüşmesi, Dolar tarihî zirveyi gördü (3.46)
Dolar dört yıl önce tarihî zirvedeymiş, şimdi onun iki katından fazla bir yerde, demek ki arşı âlâda…
Ardından bir cümle daha:
AB ile terör yasası ve vizenin yeniden düzenlenmesi…
Belli ki bundan medet ummuşuz… Hâlbuki ancak birkaç yıl sonra Terör Yasasına, "eleştirinin terör sayılmayacağı" şeklinde bir cümle ilave ettiler ama umursamadılar.
Yazı yazanlara zulüm devam ediyor.
Tabii AB de vizeyi kaldırmadı.
Yukardaki birkaç cümleyi dikdörtgen bir kutuya almışım.
En son olarak gene dikdörtgen kutu içinde son bir cümle daha var:
Tutukluluğa itiraza ret, akşamüstü saat 17-18 gibi geldi…
Dört yıl önceki Silivri Notları’nın son cümlesini bilgisayara aktarırken içim burkuldu…
Türkiye ve yargıdaki dört yıl önceki durum şimdi değişti mi, ne gezer…
Anayasayı yok sayarak gözaltına alan, anayasayı yok sayarak tutuklayan ,anayasayı yok sayarak yargılayan, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen alenen anayasal suç işleyerek zorbalıkla hapiste tutmaya direnen ve 21 ay boyunca her ay anayasayı yok sayarak "tutukluluğa itirazı ret" eden zevat halen görevinin başında.
Hepsinin en azından benim örneğimde, anayasayı yok saydığı hüküm altına alındı, alındı da ne oldu?
Hepsinin de kim olduğu belli…
Ama bir de anayasaya aldırmadan tavana bakan bu zevatın koruyucusu ve kollayıcısı HSK var.
Meslekî onur ve hukuksal ahlak yoksa ne reformu…
Reformmuş!
P24'te yayımlanmıştır.