Mehmet Altan*
Oğlunun "uyuşturucu kaçakçılığına" bulaştığı iddiaları karşısında Binali Yıldırım'ın sanki dünyanın en sıradan konusu konuşuluyormuş gibi televizyonda yaptığı o tuhaf açıklamalarına rastlamasaydım, muhtemelen bu yazı yerine sırada bekleyen yazımı yazacaktım.
22 Eylül 2016 tarihinden beri Silivri Cezaevi'nde yatıyordum. 11 Ocak 2018 tarihinde Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, müebbetle yargılandığımız ama henüz karara çıkmamış dava dosyasının tümü üzerinden yaptığı incelemede, devletin yargısının kendi anayasasının üç maddesini çiğnediğine karar verdi.
O iddialarla bırakın tutuklanmayı, gözaltına bile alınamazdım. Ayrıca düşünceleri suç saymak, Anayasa'nın ifade ve basın özgürlüğüne aykırıydı. Kısacası, devletin yargısı anayasal suç işlememiş olsa, ben suçsuz bir şekilde hapis yatmayacaktım.
AYM Genel Kurulu'nun Kararı, Anayasa'nın 153. Maddesine göre bütün kurum ve kişiler için bağlayıcıdır. Bu nedenle, "hak ihlali" kararı hemen bırakılmamı gerektiriyordu. Ama beni yargılayan İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nin iki üyesi Anayasa'yı yok saydı ve Anayasa'nın 153. maddesini açıkça ihlal etti. Anayasa Mahkemesi'nin kararını tanımadılar. Bir üst mahkemeye itiraz ettik.
Aynı şekilde İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi iki üyesi de aynı anayasal suçu işlemekten çekinmedi. Anayasa Mahkemesi'nin bu dört üye için ikinci bir ihlal kararı vermesine rağmen HSK, İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı'nı Yargıtay'a atadı… Anayasayı çiğnemesini ödüllendirdi. Beni zorla 5.5 ay daha hapis yatırdılar.
İlk derece mahkemenin AYM Genel Kurul Kararını ve Anayasayı yok saymasına ilk kez rastlanılıyordu. Ortalık karman çormandı. 12 Ocak 2018 günü, televizyonda Başbakan Binali Yıldırım'ı Cuma namazı çıkışı ayak üstü soruları cevaplamak için geçtiği kameraların önünde gördüm. Suçsuz insanların yaşamını hiçe sayan aldırmaz ve gevşek bir tavırla muhteşem bir palavra salladı:
"Dosyayı Anayasa Mahkemesi bilmiyor... Doğru kararı verecek olan Birinci Derece Mahkemedir."
Halbuki AYM Genel Kurulu ihlal kararının 3. sayfasında, incelemenin dosyanın en son hâli üzerinden yapıldığını yazıyordu. Başkalarının yaşamlarını yok sayan bu gayretkeşliğe, devletin en yüksek mahkemesini kameralar önünde yalanlamasına şaşırıp kaldım. Yaklaşık 3.5 yıl sonra oğlunun "uyuşturucu kaçakçılığı" iddiaları karşısındaki halini görünce, 12 Ocak'ta Cuma namazından sonraki fütursuz tavrını ve profesyonel hukuk saldırısını anımsadım.
Bu, karşılaştığım tek iftira ve yalan değildi tabii…
AYM Genel Kurul Kararı açıklandığı hâlde tahliye edilmediğim o gece Habertürk'te, avukatımın çağrılmadığı ama gıyabımda asılıp kesildiğim bir programa rastladım. Hiç tanımadığım biri, hem savcı hem mahkeme hem Anayasa Mahkemesi olup hakkımda kararlar veriyor, halkın vicdanından filan da söz ediyordu. Bir ara o adamın şöyle söylediğini duydum:
"Açık ve net söyleyeyim yeni bir Can Dündar kararıyla karşı karşıyayız. Tahliye edilmeleri hâlinde çıkarılan iki kişi yurt dışına elini kolunu sallayarak gidecek ve oradan Türkiye'ye hakaret etmeye başlayacaklar."
O adamı şimdi artık herkes gibi ben de tanıyorum… O adam, Sedat Peker ile Süleyman Soylu arasında iletişim trafiğini sağladığı iddiasıyla gazete ve televizyondan kovulan Süleyman Özışık adlı kişiydi. Bugün Ekşi Sözlük'te çok taze açılmış bir başlık var: "Süleyman Özışık'ın yurt dışına kaçması" İlk satır şöyle:
"Sedat Peker'in açıklamalarından sonra emniyet Özışık kardeşlerin evine baskın yaptı. Lakin Özışık kardeşlerden Süleyman olanın baskından hemen önce yurt dışına çıktığı söyleniyor."
O programdan bu yana neredeyse üç yıl geçmiş olacak. AYM Genel Kurulu, AİHM ve Yargıtay, devlet yargısı Anayasayı yok saydığı için suçlandığımı karara bağladı, ben beraat ettim. Benim kaçacağımı iddia eden iftiracının ise ülkeden kaçtığı söyleniyor. Üç yıl bile olmadı…
Yaşayınca neler görüyorsunuz. Sedat Peker, 9 Haziran 2020'de İzmir'deki bir adrese gönderilmek üzereyken Kolombiya'da yakalanan 5 ton kokaini yeniden gündeme getirdi. Ama çıt çıkmadı… Savcılar ölü taklidi yaptı.
Bizim "bilinç altı mesajlar verdiğimizi" iddia ederek evlerimizi bastırıp, hakkımızda üç kere ağırlaştırılmış müebbet cezası isteyen savcı Can Tuncay epeydir İzmir'de… İstanbul'da "bilinç altı mesajları" yakaladığını iddia edecek kadar avcı iken, somut bir şekilde ortada olan 5 tonluk kokain için sesi soluğu çıkmadı. Bizim için yazdığı, karikatürlere konu olan iddianame ise çöp hâline geldi. AYM Genel Kurulu, AİHM ve Yargıtay'ın madara ettiği bir iddianamenin sahibi olan savcının beş yıl içinde düştüğü hâl de bu… Suçlanan bir yazarsa "bilinçaltını" bile okuyor da 5 ton kokain iddiası yeri göğü inletirken bir dosyayı bile okuyamıyor.
Yazarlık parantez açıp kapatmaktır. Yaşadığımız zulmün başlangıcından bu yana beş yıla yakın bir zaman geçti. Bu süreçte parantezin yarısını kapatır hâle geldik. Diğer yarısını da hayat nasıl olsa kapatır… Parantezler açık kalmaz. Bunu bir hatırlatmak istedim.
Bu ülkede basın tarihi ile ilgilendiğinizde mutlaka yapılan haksızlıklardan ve çektirilen zulümlerden söz etmek gerekiyor. Ama gerçekler artık daha çabuk ortaya çıkıyor. Bir de bunu söylemek istedim.
P24'te yayımlanmıştır.