Mehmet Güreli (Taraf, 7 Haziran 2012)
Bildiğiniz o tuhaf duygu yine sizi ziyaret eder.
Kapıyı açmak istemeseniz bile en azından size ne getirmediğini bilirsiniz ya da hayat, kaderle kol kola ansızın, birbirini takip etmeyen, zor hikâyeler anlatır.
O gün eve döndüğünüzde de saatlerdir, hatta aylardır tasarladığınız, biçimlendirmeye çalıştığınız yapıtınızın o oluşmamış, cansız, hayata bir şey katamayan hâliyle başbaşa kalırsınız.
Yetersiz bir sesin kendi kendine konuşması gibi anlaşılmaz kelimelerin odada dolaştığını hissedersiniz. Kaçıp kurtulmanın ne kadar zor olduğunu ve ilhamın gökten gelebileceğini aklınızdan geçirirken, bütün zamanlara ait bir hikâyenin kapınızı çalmasını hayal edersiniz.
Sonra koltuğunuzdan hafifçe doğrulup pencereye yönelirsiniz; birden çocukların oyunlarının arasından süzülen gözünüz bir dükkânın tabelasına takılır.
Yıllarca önünden geçerken okuduğunuz ismi hecelemeye başlarsınız ve bir harfi şimdiye kadar hiç okumadığınızı şaşkınlıkla fark edersiniz.
Sokağa atarsınız kendinizi ve tabelanın yazı karakterinin okunaklı olmadığı üzerine kendinizi rahatlatmaya çalışırsınız. Ama artık sadece sizin bildiğiniz hikâyedeki harf değildir o.
Sizinle birlikte o da yürüyüşe çıkmıştır.
Yıllar önce tanımıştım Orhan Boran’ı.
Çocukluğumdan arta kalan tüm güzelliklerin içinde ondan da bir parça vardır.
Yeri dolmayacağına inandığım birkaç kişiden biridir o.
Bir yarışma programıydı, on yedi yaşındaydım ve büyük usta karşımdaydı.
Şimdi yazarken bile heyecanlanıyorum.
Mikrofona düşen ışık altında salon sanki karanlıktı diye hatırlıyorum.
Onun gözlerinde gördüğüm ışık bugün de aynı parlaklıkta kendini belli ediyor.
Hayatın kayıtlara geçmemiş dehasına sahip biriydi o.
İnsan olmanın ne anlama geldiğini, bir duruşun, kıvraklığın, akıcılığın, inceliklerin, nazik olmanın dersini verirdi durmadan, ama hiç belli etmeden, kendini ortaya koymadan, güldürmenin bir zamanlama işi olduğunu, mizahın hayatı nasıl güzelleştirdiğini anlatırdı.
Karşısındakini kırmadan güldürürdü.
Önce sizi, sonra herkesi.
Ses tonunu kendi icat etmişti sanki.
Bir insan bir dili büyüleyici bir akıcılıkla bu kadar güzel konuşabilirdi.
Ondan kalmış her cümlenin kaydı ancak ders olarak dinletilebilir diye düşünüyorum.
Son haftalarda sinema dünyası da yasta.
Daha çok güzel filmler yapacağından emin olduğumuz, bizi çok erken bırakıp giden Seyfi Teoman’ın ardından, hayatını sinemaya vakfetmiş bir dostu daha kaybettik.
Ustamız Rekin Teksoy’la da artık Beyoğlu’nda dolaşamayacağız, Federico’dan, Marcello’dan, Goldoni’den söz etmeyeceğiz.
Bize o kadar şey bıraktı ki; bir şey aradığımda onun sinema tarihinin sayfalarını çevirmekle yetineceğim. Öyle zengin ki külliyatı!
Her sokağa çıktığımda birlikte seyrettiğimiz filmleri, Antalya’daki dolaşmalarımızı hatırlayacağım. Sonra onun bilgisini sunarken titiz, çekingen, nazik tavırları sahne alacak, kahkahası çınlayacak her sinemada, sonra başımı önüme eğip, harika bir dost daha geçti buralardan diyeceğim...