Türkiye medyasında en fazla sayıda dergi ve gazeteyi yayına geçiren isim olan Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet'e veda etmesinin ardından Journo’ya konuştu. Medyanın şu anda içinde bulunduğu duruma dair burjuvaziye yönelttiği eleştiriyi tekrarlayan Yılmaz, “Türk burjuvazisinin en üst, kaymak tabakasına bakarsak, Türkiye’de ekonomik kriz yok, zorluklar var” dedi.
“Medyanın bu duruma getirilmesinde, Aydın Doğan’ın yalnız kalmasında da bu tavrın etkili olduğunu düşünüyorum” yorumunda bulunan Yılmaz, Doğan Medya Grubu’nu Demirören Holding’e satan eski patronuyla ilgili de “Gazetesini sattığı, satmak zorunda kaldığı için çok üzgün” aktarımında bulundu.
AKP’nin ideolojisini de ‘İslamcı, başka sese tahammülü olmayan bir ideoloji’ olarak nitelendiren deneyimli gazeteci, “Tipik şuna döndük: İslâm ve demokrasi bir arada olabilir mi, olamıyor işte, bir kez daha görmüş olduk” diye konuştu.
Gazete ve dergi çıkarmaya devam etmeyi istediğini ancak bazı temel sorunlar olduğunu söyleyen Yılmaz, “Bunu nerede basacağım ve bunu nerede dağıtacağım? Bütün baskı ve dağıtım imkânları iktidarın eline geçmiş durumda. İktidarın hoşuna gitmeyen bir şeyin uzun süre basılıp dağıtılması bence artık mümkün değil” ifadelerini kullandı.
Gazeteci Nilay Örnek’in Mehmet Y. Yılmaz’la Journo için yaptığı söyleşinin tamamı şöyle:
Öncelikle bu ayrılık sürecini sizden dinleyebilir miyiz? Biraz aşamalı oldu sanırım. Önce yazılarınızın ana gazeteden hafta sonu ekine geçmesi, ardından da bu son durum. “Mehmet Yılmaz, Hürriyet’ten ayrıldı mı?” konuşmaları, aslında geçen sene bu zamanlarda da yapılıyordu çünkü… Şöyle oldu. Geçen sene Cumhurbaşkanı 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda resepsiyonu Kuran-ı Kerim’le açtı biliyorsun. Genelkurmay Başkanı’nın eşi de orada buruşturulmuş bir başörtüsü ile başını örtmek zorunda kaldı. Ben de bir yazı yazdım. Laik devletin töreni laik olur. İnançlarımız gereği şehitlerin ruhu için Kuran-ı Kerim okutulmasını istiyorsak, Cumhurbaşkanı istiyor, olabilir ama onun yeri cami. Türkiye’nin bütün camilerinde 30 Ağustos günü sabahtan akşama kadar Kuran-ı Kerim okunacak denir ve vatandaşlar da dua edebilir. Buna engel var mı, yok. Olması gereken de bu değil mi, öyle gibi geliyor bana. Batılı laik devletmiş gibi resepsiyon veriyorsun ama resepsiyon Kuran-ı Kerim’le açılıyor. Bir gün Cumhurbaşkanımız Hıristiyan azınlıktan olsa İncille mi açacağız resepsiyonu? Bu duruma dikkat çeken bir yazı yazdım. Ve Recep Tayyip Erdoğan bu yazıya çok sinirlendi. Sinirlenince Aydın Doğan’ı aradı; bizzat. Aydın Doğan da çok zor durumda kaldı. Buna gönlüm razı olmadığı için, “Ben bir süre izin yapayım. Yazı yazmayayım bu ara. Sakinleşsin ortalık, bir süre sonra yeniden başlarım” dedim. Aydın Bey gerçekten çok fazla üzüldü bu duruma. Ben de ona, “Üzülmesi gereken siz değilsiniz, burada başka bir sorun var. Siz benimle Recep Tayyip Erdoğan arasında kalmayın” dedim. Bir süre yazı yazmadım. İzin yapayım, ortalık sakinleşir diye düşündüm. İki üç ay sonra da “Siniri geçmiştir artık yazmaya başlayayım” diye düşündüğümde o dönemki yayın yönetmeni Fikret Bila, “Üstadım bir konuşalım” dedi. Konuştular Ankara’dan olumsuz haberler gelmiş, kim ne dedi tam bilmiyorum. “O zaman boş durmayayım bari, maaş alıyorum ayıp denen bir şey var” diye düşünerek cumartesi ana gazetede yazdığım türde yazıları pazar ekinde yazmaya başladım.
Hafta sonu ekinde yazmak tatmin ediyor muydu sizi? Yok etmedi. İlginç yazılar da yazdığımı düşünüyorum, aralarında baya iyi yazılar da vardır tabii. Ama mesleki açıdan tatmin olamıyorsun.
Bu son ayrılık süreci nasıl oldu? Ben Eylül sonunda ayrılmak istediğimi söyledim Vahap’a (Munyar). O da “Ben aileyle (Demirören) bir konuşayım, başka bir çözüm bulabiliriz belki” dedi. Aile “Beklemesin hemen gitsin” demiş. Ben de hemen şimdi ayrıldım (gülüyor). Ay sonunda ayrılacakken, ay başında ayrılmış oldum.
Aydın Doğan şimdiki duruma ne diyor? Konuşmuşsunuzdur diye düşünüyorum. Tabii tabii konuştuk. Aydın Bey, öncelikle gazetesini sattığı, satmak zorunda kaldığı için çok üzgün. Yaşımın emekli olmak için çok genç olduğunu düşünüyor. Üzgün. Tabii şimdilik elimizden bir şey gelmiyor.
Aydın Bey şimdi ne yapıyor? Emekli hayatı yaşıyor diyeceğim ama tam öyle değil tabii, aynı zamanda onun Holding’le ilgili başka işleri de var. Onlarla ilgileniyor tabii.
Rıfat Ababay’la da yakın arkadaştınız; o da çok yılların ardından adıyla özdeşleşen Posta Gazetesi’nden ayrıldı. Çok da aktif, heyecanlı biri. O neler yapıyor? Tabii. Posta çıktığı gün, 1995 yılında yazıişleri müdürüydü. O gün bugündür oradaydı. O da bir şey yapmıyor evde oturuyor şimdilik. Mutlaka bir şeyler geçiriyordur aklından ama bir şey yapmıyor. İşte hepimiz ya bir yol bulacağız, ya da yapacağız…
Peki esas soru; şimdi ne yapacaksınız Mehmet Bey? Ben şimdi ne yapacağım? Hiç bilmiyorum doğrusunu istersen (Kahkaha atıyor). Tabii yazmaya devam edeceğim, kaçınılmaz olarak. Bildiğim şeylerden devam etmeliyim. İşte neyi bilirim ben; gazete çıkarmayı… Radikal, Posta, Fanatik’i ben kurdum, ben yönettim. Sonra Milliyet’te Genel Yayın Yönetmeni olduğumda tabii ki gazeteyi ben kurmadım ama gazeteyi yeniden yapılandırma çabası güçlüydü. Dergi çıkarmayı bilirim, bir sürü dergi çıkardım. Yine onu deneyeceğim… Memleketin gittiği yerle ilgili bir değerlendirme, analiz kitabı yazacağım. Roman değil… Ama yaptığım, yapacağım şeyle ilgili hissettiğim şey şu biraz; memleketi kurtarmak, meslektaşlarımızı kurtarmaktan ziyade, kendi kendimizi tatmin edeceğiz gibi hissediyorum biraz. ‘Bu yaşta da emekli olunup, evde oturulur mu kardeşim?’ deyip kendimizi tatmin etmiş olacağız gibi geliyor.
Bir gazete ya da dergi çıkarmak istiyorsunuz diye düşünüyorum? İstiyorum tabii. Hayatta en çok yapmak istediğim şey bu tabii ki. Ama temel bazı sorunlar var. Bunu nerede basacağım ve bunu nerede dağıtacağım? Bütün baskı ve dağıtım imkânları iktidarın eline geçmiş durumda. İktidarın hoşuna gitmeyen bir şeyin uzun süre basılıp dağıtılması bence artık mümkün değil. Bence birinci sorun bu.
“Artık içerik önemli de değil. Yayını hazırlayan isimler bile yetiyor” görüşüne katılıyor musunuz? Maalesef öyle. İktidarın, AKP ideolojisinin istediği şey, bizim yok olmamız, buharlaşıp uçmamız ama o da olamadığı için işte böyle idare ediyoruz. İkincisi bunu yaptığımız zaman bu bir sermaye işi. O gazetecilerin para alması lazım. Hadi benim yaşımda olan insanlar, çocuğunu okutmuş olabilir, bir birikimi olabilir belki, idare edebilir. Ama evinin taksidini, çocuğunun okulunu ödeyen insanlar var, bu insanlar düzgün para almak zorunda yaptıkları iş için. Reklamın olmadığı, reklam piyasasının iktidar denetiminde olduğu bir ortam da var. Muhalif gazetelere uygulanan reklam ambargosunu biliyorsun. Karar gazetesine bile reklam ambargosu uygulatan bir iktidardan bahsediyoruz, düne kadar aynı insanlardı. Birazcık bile farklı bir şey söyledikleri için cezalandırılıyorlar. Yani ‘birazcık’. Bu insanların paralarını nasıl ödeyeceğiz, okuyucu okuduğunun bedelini ödemek istemiyor.
Olsa mesela… Dergi mi, gazete mi çıkartırsınız? Haftalık dergi daha akla yakın geliyor şu anda.
Birtakım kadrolar kuruyor musunuz zihninizde? Kurmaya çalışıyorum kafamda ama söylemeye bile cesaret edemiyorum şu anda. (gülüyor) O insanlara o paraları, o hayatı sağlayacak imkân bulmam zor gibi geliyor bana. Şimdi haftalık bir dergi çıkarsak, 48-52 sayfalık bir dergi, 5-6 TL gibi bir fiyatla haftada 70-80 bin satabilirse evet, biz herkesin maaşını düzgün ödeyebiliriz. Çalışana, yazara düzgün ücretler verebiliriz… Ama böyle bir tiraj yok. Tamam biz gazeteci olarak kendi sorumluluklarımızı yerine getiremedik; şu oldu, bu oldu. Okuyucu kendi sorumluluğunu, ülkesine, kendi yaşam biçimine karşı sorumluluğunu yerine getirebiliyor mu, bunu istiyor mu? Bu da bir muamma. Bu da önemli bir konu.
Peki bir dergi ya da gazete çıkarmanın maliyeti ne kadardır? Gazete çıkaracaksak matbaa hariç, reklam tanıtım filan icin büyüklüğüne göre 3-10 milyon dolar yeter. Dört bölgede matbaa da kuracaksak bir 40-50 daha ekle. Haftalık dergi icin düzgün maaş da vereceksek, tanıtımla filan 2 -3 milyon lira yeter. Tabii yaptığımız işin tutacağını ve nakit akışını sağlayarak maaşları ödeyeceğimizi varsayıyorum.
Ayrıldıktan sonra size yeni bir fırsat, gazete-dergi teklif eden oldu mu? Yok hayır, olmadı.
Demirören Medya Grubu’na geçen yayınların internet sitelerine bakıldığında, bazı gazetecilerin yazılarının, haberlerinin ‘uçması’ durumu var. Şahsen ben de Milliyet ve Vatan’da çalışmış biri olarak kendi yazılarımda başlığa ulaşabiliyor, içeriğini göremiyorum. Bazı insanlar orada hiç yazmamış, çalışmamış gibi… Bununla ilgisi var mı bilmiyorum ama uzun süredir Radikal’deki herhangi bir yazıya da ulaşılamıyor. Site bir garip. Sizce, sizin yazılarınız da bir süre sonra internet ortamında birden buharlaşabilir mi? Yakın tarihin böyle böyle, en azından bazı ortamlardan silinme tehlikesi var mı sizce? Radikal’i kapatmışlar. Demirören AVM ile ilgili bütün haberler, yorumlar silinmiş gazetelerin internet sitelerinden. Ben bunun olabileceğini düşünerek daha önceden yazılarımı ayrı bir arşive aktarmıştım zaten. Eksiklikleri tamamladıktan sonra onu herkese açacağım. Bence en önemli şey bu gazetelerin arşivlerinin yok edilmesi. Belki bir süre sonra mahkemelerce konulan yayın yasakları da eklenince geçmişteki hiçbir habere ulaşamayacağız. Toplumun hafızasının da silinmeye, o hafızaya yeniden şekil verilmeye çalışıldığını düşünüyorum.
“Şu gazeteciler, yazarlar hâlâ bir yerlerde yazsaydı keşke” dediğiniz kimler var? Tek tek isim vermem zor. Çoğunu internetten okuyoruz da aslında. Yeni açıkta kaldığı için yazamayanlar da bugün-yarın yeniden bir yerlerde yazmaya başlarlar diye düşünüyorum. Diken’de, GazeteDuvar’da, T24’te, Journo’da, kendi bloglarında bir şekilde okuyorum, okuyoruz. Fatih Özatay’ı okuyordum mesela gazetedeyken, şimdi kendi sitesinde okuyabilirim ya da Metin Münir’i şimdi T24’ten okuyorum; herkes iyi kötü kendine bir alan bulup yazıyor diye düşünüyorum.
Birkaç ay önce Hazal Özvarış’ın sizinle yaptığı ve T24’te yayımlanan söyleşide, medyanın bugünkü durumuyla ilgili olarak -Boynerleri az biraz ayrı tutarak- “içten pazarlıklı” sözüyle tanımladığınız Türkiye burjuvazisini suçladınız. Bugün de aynı görüşte misiniz? Hâlâ aynı görüşteyim. AK Parti’nin ideolojisi, islâmcı ideoloji, başka sese tahammülü olmayan bir ideoloji. Dünyanın başka yerlerinde de böyle. Tipik şuna döndük: İslâm ve demokrasi bir arada olabilir mi, olamıyor işte, bir kez daha görmüş olduk.
Ailelerden bir tepki, geri dönüş geldi mi? Hiç gelmedi…
Sizce neden? Okumadılar diye düşünüyorum. Ya da tipik Türk burjuvası davranışıyla siper aldılar, “Aman üzerime sıçramasın, kimse bizi görmesin” diye… Türk burjuvazisinin en üst, kaymak tabakasına bakarsak, Türkiye’de ekonomik kriz yok, zorluklar var. Domates bilmem kaç liradan bilmem kaç liraya çıkmış. Onlar farkında değil mi kriz olduğunun, farkındalar. İktidarla ilişkilerinde darbe yememek için suyuna gidiyorlar diye düşünüyorum. Medyanın bu duruma getirilmesinde, Aydın Doğan’ın yalnız kalmasında da bu tavrın etkili olduğunu düşünüyorum.
Peki gazetecilerin hiç mi suçu yok? Bugüne gelişimizde biz gazetecilerin rollerini iyi dağıtıyor muyuz? Gazete yöneticilerinin, kötü haberciliğin, ücretsiz yazı yazdırılan şöhret sayısının oransız derecede aşırı artışının rolü ne kadar? Ben Sabah Gazetesi’nde Deniz Akkaya’ya röportaj yaptırılması hadisesini hatırlarım. Hadise sayılmıştı çünkü. Erdal Şafak yine yönetici idi o dönem, gazete içinde olaylar çıkmıştı; nasıl bir mankene haber yaptırılırdı… Sonra ben gazeteci olmayıp dışardan çok iyi iş yapanları da çok gördüm. Ama artık gazetelerde ağırlıkla gazeteci olmayanlar var, gazeteci olan kalmadı gibi… Kalmadı, hiç kalmadı. Gazetecilerin yöneticileri bunu beslediler ve büyüttüler. Spor yazarlarıyla başladı bu iş. Hiç gazetecilikle ilgisi olmayan kişilerin az parayla ya da ücret almadan spor yazarı olması. Böyle başladı, magazine ve ekonomiye sirayet etti; gazeteci olmayan gazeteciler dönemi içlerinde çok yararlı işler yapanlar da oldu kuşkusuz ama sonuçta mesleğin orası öldü. Gazetelerin yöneticileri, kendilerini gazete sahibinin kişisel hırslarına, kişisel ticari beklentilerine kolay kaptırdılar.
Gerçek gazeteciler de parasız yazma talepleriyle çok fazla karşılaşıyorlar… “Bir şey yapacak mısın?” diye sorduğunda işte, yapamayacağımı düşünme sebeplerinden biri bu oluyor. Ben kendi meslektaşlarıma nasıl “Burada editörlük yap ama para çok az, burada yaz ama para yok” derim. Bu işin içinden gelen birinin söyleyebileceği bir cümle olmadığını düşünüyorum.
Her dönemin yandaş medyası oldu. Bu dönemin yandaş medyasının gazetecilik bilgisi de farklı düzeyde olabilir mi? İlan föyü nedir bilmeyen, Turgut Uyar’ı hâlâ yaşıyor sanan insanları duyuyoruz gazetelerden… Tercüman gazetesi, 12 Eylül’den önce Süleyman Demirel’i desteklerdi. Dolayısıyla Süleyman Demirel’in kurduğu son iki milliyetçi cephe hükümetinin de arkasındandı. Genel Yayın Yönetmeni Güneri Cıvaoğlu idi. Ama o zamanki Tercüman gazetesinin bugünkü Sabah gazetesi olduğunu düşünebiliyor musun? Öyle bir şey olmadı. Evet, o gazetenin yazarları o politikaları savundu. Ama bir taraftan da bir gazete olarak görevlerinin birini yerine getirmeyi sürdürdü. Bir haber yaptı diye birini işten atılmadılar.
Sizce bundan sonra nereye gidecek? “Gazetecilik bitti” diyoruz ama bitmeyen, sürekli kendine çıkış yolları arayan, tüpü sıkıldıkça hâlâ veren bir diş macunu gibi… Zor… Gazeteciliğin bittiğini düşünmüyorum. Gazetecilik dün ortaya çıkmış bir şey değil; ihtiyaçlardan doğuyor. Demokrasi varsa, gazetecilik de bunun ayrılmaz bir parçası olacak. Tabii bugüne kadar yaptığımız, bildiğimiz işi aynen yapabilir miyiz ondan emin değilim. Her şey değişiyor. Gazetecilik de bu değişime ayak uydurmanın sancılarını yaşıyor. Türkiye özelinde değil, genel anlamda tüm dünyada bu var. Türkiye’nin kendine özel problemleri var tabii. Gazetecilik bu dönüşümdeki temel sorunların yarattığı problemleri çözemedi. Çok kısa sürede kâğıda karşı online, sonra mobil araçlar, gazetecilik hep uyum sağlamaya çalışıyor.
Tamam gazeteciler bir şekilde, “Hâlâ haber verebiliyoruz, yazabiliyoruz”a şükrediyor ama bu inadımızdan, başka bir tür aşk ve alışkanlıktan… Bundan etik bir gelir modeli yaratmak çok zor. Bloglardan, çeşitli internet sitelerindeki parçalı yazılardan insanları geçindirecek, onlara istikrarlı bir hayat verecek ücretler çıkamıyor. Ve bu durumda olan kişi sayısı bir, iki değil, onlarca, yüzlerce, belki daha fazla. Ne yapılacak? Türkiye’deki sorun gazetecilik mesleğinden önce, bir demokrasi sorunu. Bir rejimi diktatörlükle demokrasi arasında bir sarkaç gibi düşünürsen Türkiye’de bizim bulunduğumuz yer, o sarkaçta diktatörlüğe çok yakın. Ve bu nedenle bizim mesleğimizin başka büyük sorunları var. En yeni haberlerden biri; internet üzerinden yayın yapan televizyon tipi oluşumlarının bile artık RTÜK’ten lisans alması gerekmesi. Lisans almak yayın serbestliği sağlamıyor, tersine RTÜK’ün talebiyle bir mahkeme kararı olmaksızın BTK’nın (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu) yayını kapatmasına yol açıyor. E şimdi çocuğuna pantolon alamadı diye intihar eden babanın haberini yapan gazetecinin gözaltına alınıp sorgulandığı bir ülkeden söz ediyoruz. Bu varsa zaten, Türkiye’de demokrasinin varlığından söz edemiyor hâle geliyoruz. Demokrasinin olmadığı yerde de, özgür basın faaliyeti olamıyor zaten. Bunun dışında iktidarın medyayı tümüyle kendisine bağlamak için her türlü imkânı kullandığı, gazetelerin devlet bankalarından verilen kredilerle el değiştirdiği, o kredileri alan kişilerin büyük tesadüf eseri her zaman hükümet yandaşı olduğu bir yerdeyiz. Tek sesli bir medya haline gelme durumu. Aynı insanlar bir akşam CNN Türk, bir akşam NTV, bir akşam Habertürk ekranında çıkıyor, aynı şeyleri söylüyorlar ve hemen hemen hepsi iktidarın adamları.
İşte bu noktada kurtuluş nedir? Bizler ne yapacağız? En kolay, en bilinen, en geleneksel yol ya bir dergi ya gazete çıkarmak veya şimdi internet sitesi kurmak. Ancak işin kötü tarafı böyle bir şeyi besleyecek, buna para vermeye, satın almaya hazır bir okuyucu kitlesi yok. Bu sadece gazetecilerin yetersizliğiyle açıklanabilecek bir şey de değil. Basın faaliyeti nispeten çok daha özgür bir ortamda sürdürülebilirken de nüfusa göre okuyucu azdı, şimdi daha da az. Şimdi böyle bir talep olmayınca, arzın da anlamı yok.
Kendi kendimize haber vermeyi talep ediyor gibiyiz… İlla ki haber vereceğiz… (Gülüyor) Aynen ama insanlar para vermeye hazır değiller.
Okumaya hazır olan da yok… İşte zaten okumaya da hazır değiller gibi bir görüntü de var. Sosyal medyadan edindikleri bilgi kırıntıları insanlara yetiyor. Zaten artık herkes hayata kendi bulunduğu kamptan, o kampın gözlüğüyle bakıyor. Başka bir şey görmüyor, gördüğünde de hoşlanmıyor.
Kızınız Yasemin neler yapıyor, o ne diyor olan bitene? ABD’de olmasına karşın Türkiye’deki gidişatla, özellikle de medya ile çok ilgili biri çünkü… Yasemin, ABD’de New York’ta; Hunter College’de sosyoloji dersi veriyor, bir taraftan da doktorasını yapıyor. O pes edilmemesi gerektiğini, mutlaka bir şey yapılması gerektiğini düşünüyor. Ben de öyle düşünüyorum da nasıl yapılacağına dair sorular var…
Bodrum’daki mandalina bahçenizde durum nasıl? Bir dondurmacıya da veriyordunuz mandalinalardan… İş aynı işte; her zamanki sula, çapala, kükürt at. Bu sene mandalina az, geçen sene çoktu. Limon, mandalina daha da pahalı olacak demek bu. Dondurmacıya satılacak kadar çıkmaz.
Cumhuriyet gazetesinde olanlara nasıl bakıyorsunuz? Şöyle bakıyorum: Ben gazeteci Mehmet Yılmaz olarak, adalet sistemine işim sanık ya da şikâyetçi olarak düştüğünde, günümüz adalet sistemine ne kadar güvenebilirim diye düşünüyorum. Güvenemeyeceğimi düşünüyorum. Bağımsız olmayan bir yapıyla karşı karşıyayız. Sadece kendisine hesap vermeyen, hesabı kendisini oraya getiren yere de vermek zorunda olan bir yargı düzeniyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla “Mahkeme karar verdi, Cumhuriyet’in sahibi olan vakfın yönetimi değişti” cümlesi bana bir şey ifade etmiyor. Bu, hukukî olarak gerçekten olması gereken bir şey de olabilir; o kadar detayına vâkıf değilim. Ama bu düzende, mevcut vakfın yönetimi birilerinden birilerine geçiriliyorsa ve söz konusu olan bir yayın organıysa burada yargının bağımsız karar veremeyeceğini düşünüyorum. Cumhuriyet olayına bakışım böyle…
Geçmişe baktığınızda kendi adınıza pişmanlıklarınız var mı? Genel anlamda hem medyanın bu kötü dönemiyle, hem de daha öncesinde yapılan haberlerle, çıkan gazetelerle ilgili olarak… Yok. Ben kendimle ilgili olarak görevimi düzgün yaptığımı düşünüyorum.
Hürriyet döneminde mi, genel olarak mı? Genel olarak. Benimle birlikte çalışan insanlara olanaklar yaratmaya çalıştım. Önlerini açmak için elimden geleni yaptım. Çok başarılı olan insanlar da oldu. Bir sürü gazete çıkardım, satmadım kendimi. Onun için kendimle ilgili iyiyim yani… Haber anlamında da âzamî derecede doğru davrandığımı, davrandığımızı düşünüyorum. Bugün olsa bazı şeyleri eminim ki farklı görüp farklı değerlendirebilirdik. Ama o günün şartlarıyla, bakış açısıyla öyle olması gereken durumlar vardı. Öyleydi.