ÜMİT BOYNER(TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı)
Her kriz döneminde ekonomi teorileri bir kez daha masaya yatırılır, genellikle kötü veya eksik yönetim sorunlarının neden olduğu krizlerin hesabı iktisatçılara ve iktisadi paradigmalara çıkarılır.
Örneğin 1996-97 Güneydoğu Asya krizi iktisat literatüründe zaten çok tartışmalı olan yatırım davranışı teorisini iyice tartışmalı hale getirmişti, hatta şimdilerde tamamen ortadan kalkmış olan ve anlamakta halen güçlük çektiğimiz “aşırı yatırım – over-investment” tabiri literatüre kısa bir süreliğine girdi ve çıktı.
Reel kur zayıf bir teorik alan olduğu için sıklıkla istismar edilen bir politika aracına dönmüştür. Dış ticaret dengelerinde ortaya çıkan önemli dalgalanmalar, maliye politikasındaki başarısızlıklar, para politikasındaki zayıflıklar ve mikro verimlilik problemleri, sanki bir kur politikası tercihinin bir sonucuymuş gibi değerlendirilir, Merkez Bankası Başkanları görevden alınır veya ağır eleştiriye maruz bırakılır, kur politikaları sıklıkla değiştirilir, şehir efsaneleri geliştirilir ve bu değişikliklerden siyasi rant elde edilmeye çalışılır. Son G20 Maliye Bakanları toplantısında, akıllarımızı oldukça zorlayacak ve inanmakta güçlük çektiğimiz bir cari açık kontrolü de önerildi. Bu gelişmeleri büyük ölçüde krizin yarattığı geçici infial önerileri olarak görüp, temel iktisadi paradigma ve temellerden ayrılmamak gerektiğine inanıyoruz.
Öncelikle bilmemiz gerekiyor ki, ülke yönetimleri ve/veya Merkez Bankaları ülkelerin para birimlerinin reel değerini kalıcı olarak değiştiremezler. Yani bir birim yerli paranız ile daha fazla yabancı ürün almanızı Merkez Bankası başkanınız sağlayamaz. Keza hükümetiniz kur politikasını değiştirerek, örneğin dalgalı kurdan sabit kur politikasına geçerek, alım gücü yüksek bir ülke yaratamaz veya cari işlemler açığını kapatamaz.
Bu kurumların uyguladıkları politikalar, tercihler “yanlış” olabilir ve ülke bu yanlış tercihten dolayı kayba uğrayabilir; örneğin enflasyon beklentisini iyi ölçemeyen bir Merkez Bankası veya kamu açıklarını karşılıksız kamu tahvilleri ile kapatan bir hükümet, kurun değerini kısa dönemde dalgalandırabilir. Kısa bir süre için ekonomik birimler, yabancı paraları ile çok mal alabildiklerine inanabilirler veya tam tersi yabancı paralarının pula dönüştüğü kanısına kapılabilirler. Ama reel kur muhakkak çok geçmeden değerini bulur; yani kur politikası bir refah politikası unsuru olamaz.
Peki dalgalı kur her zaman denge kurun piyasada oluşmasına olanak sağlar mı? Evet, büyük ölçüde dalgalı kur politikası denge kurun oluşabilmesi için ideal politika tercihidir. Elbette bazı piyasalarda olduğu gibi bu piyasa da aksayabilir; oyuncu sayısı yetersiz olabilir, piyasa yeterince derin olmayabilir ve piyasa mekanizması aksayabilir. Ancak bu durum zaten sıklıkla karşılaşılan ve Merkez Bankaları tarafından minör müdahalelerle aşılabilen bir problemdir; bu sürecin başarısı için de Merkez Bankası yönetiminin özerk olması gerekmektedir.
Çin müdahaleli dalgalı kur uygulamak suretiyle ülkesinin refahını artırabilmekte midir? Eğer denge kurun üstünde (aşırı değerli) veya denge kurun altında (aşırı değersiz) bir fiyat ile sürekli alışveriş yapılıyorsa ya Çin Hazinesi/Merkez Bankası batacaktır ya da Çin vatandaşları sürekli fakirleşecektir. Sürekli fakirleştirilmelerine rağmen yönetim değişikliği söz konusu olmayan bir ülkeden bahsettiğimize göre ikinci yanıt doğru yanıttır. Yaratılan katma değeri üretim faktörleri yerine sürekli kasasında tutan bir firma ne kadar sürdürülebilir ise böyle bir kur politikası uygulayan bir ülkede aynı derecede sürdürülebilir niteliktedir.
Sarkacın öbür ucunda ABD var ve yine Merkez Bankasına yüklenen hayali sorumluluklar var. ABD hem ağır bir kamu-özel borç yükü altında bulunuyor, hem de büyüme perspektifi önemli ölçüde darbe almış durumda. Çin’in sürekli cari işlemler fazlası vermesi sürdürülebilir olmadığı gibi, artık ABD’nin de sürekli artan bir cari işlemler açığı vermesi sürdürülebilir değil. Üstelik 1-2 trilyon dolarlık ABD temelli gevşetme veya mali yardım programına ek olarak, 600 Milyar dolarlık son parasal enjeksiyon, iki ülke Merkez Bankası arasındaki kavgayı iyice derinleştirmiş durumda. Bu girişim ABD içinde de son derecede ciddi bir muhalefet ile karşılaşmıştır. Rezerv para üretme yeteneği olan ülkeler bu kriz esnasında ve sonrasında önemli bir itibar kaybı ile karşılaşmışlardır; ABD Merkez Bankasının son hamlesi ise, artık “bağımsız merkez bankacılığı” ve “denge kuru” gibi olguların daha sıklıkla çiğneneceği izlenimini vermektedir.
Bu süreç maalesef bir akıl dışı yarışa doğru gitmekte ve iki önemli ekonomi, kendi ülke menfaatlerini korumak isterken bütün bir küreyi ve krizden çıkışı tehlikeye atan bir tutum içinde girmektedirler. Maalesef son Seul Zirvesi de bu oluşan yarığın derinleşeceğine işaret etmektedir. G20 zirvesi, “G2” problemleri çözülmeden ilerleyemeyecek gibi gözüküyor. Bir tür savaş dönemi atmosferinin hâkim olduğu Seul Zirvesi’nde de görüldüğü gibi, ne ABD’nin ne de Çin’in sorunları, salt iktisadi temelde ele alınarak çözülebilecek nitelikte gözükmüyor.
Bir de, bu yeni savaş, kur bloklarının arasında kalan ve bu iktisadi temelden yoksun çekişmenin parçası olmamasına rağmen küresel ekonomik faaliyetin azalması nedeniyle önemli zararlar yazan ülkeler mevcut. Avrupa Birliği bu denklemde yeterli güce sahip bir oyuncu görüntüsü veremedi. Nitekim Almanya kendini AB denkleminden de ayrı tutmayı yeğledi.
Tüm bu gelişmeleri, uzun dönemde kur riskini tamamen ortadan kaldıracak olan küresel bir para politikası ve mali düzenleyici modeline geçişin sancıları olarak da okumak mümkün. Ancak
Keynes’in yerinde tespiti çerçevesinde “Uzun dönemde hepimiz ölüyüz”.
Korkarım siyasetçilerin ülkeleri adına kısa dönemler için gerçekleştirdikleri ulusal optimizasyonlar toplamda küre için hayırlı sonuçlar doğurmayacaktır. Bundan sonraki çabamız, G20 ülkelerinin iş dünyası örgütleri olarak, siyasetçileri yerel denklemlerden ve geleneksel bakış açılarından küresel, yenilikçi ve müzakereci bir tutuma ikna etmek olacaktır.
Aksi durumda, reel kurun ve son kertede büyümenin yegane belirleyicisi olan üretkenlik ve verimlilik politikaları yerine, merkezi yönetimlerin baskısı altında miyopik ve politik etki altında hareket eden merkez bankaların yarışmasına şahit olacağız.