15 Temmuz’dan bu yana Fethullah Gülen cemaati ve darbe girişimini dünyaya anlatmak için gönüllü roller üstlenen eski Başbakan Mesut Yılmaz, Yüce Divan’da yargılandığı iki yılı hatırlatarak, "O sürenin altı ayı da mahkemeye bilinmeyen kişilerce gönderilen bir Arap Bankası’nın antetli kâğıdına sahte mühürle hazırlanan bir dekontun doğruluğunun araştırılmasıyla geçti. Bankanın bu dekontun kendilerine ait olmadığına, yani sahte olduğuna ilişkin resmi yazısının ulaşması altı ay sürdü. Şimdi geriye bakınca bunun pekâlâ FETÖ imalatı olabileceğini düşünüyorum" dedi.
Yılmaz, askeri vesayetin AKP iktidarından ortadan kalktığı görüşünü dile getirerek, "Bizim dönemimizde de asker hep siyasete şüpheyle bakmıştır, belli alanları kendi domain’i olarak görmüştür. Bu nedenle de AB tarafından bakıldığında Türkiye bütün kriterleri yerine getirse de siyasi otoritenin tam egemen olmadığı bir demokrasiydi. Bu resim şu anda kalkmıştır. Bunun kalkması Gülen cemaati ile hükümetin yaptığı yasadışı işbirliği sayesinde olmuştur" ifadesini kullandı.
Hürriyet'ten Cansu Çamlıbel'in sorularını yanıtlayan (4 Ekim 2016) Mesut Yılmaz'ın açıklamalarının ikinci bölümünden bazı kısımlar şöyle:
- Size göre Anavatan Partisi neden başarısız oldu ve bir aktör 2000’lerde siyasette tutunamadı?
ANAP’ın Türkiye’ye en büyük katkısı ülkeyi dünyaya açmaktı. Bu da büyük bir sosyal değişimi beraberinde getirdi. Ama ne zaman ki eski siyasi anlayışlar siyaset sahnesine geri döndü ve siyasetin gündemi yeniden eski kısır çekişmelere odaklandı, Anavatan felsefesi toplumun gözünde geri plana düştü. Bakın, biz 1989 belediye seçimlerinden üçüncü parti olarak çıktık. Oysa biz Türkiye’de bir belediyecilik devrimini gerçekleştirdik, büyükşehir belediyelerini kurduk, belediyelere bakanlık bütçelerini aşan kaynaklar sağladık. Bize seçim kaybettiren icraatımız değildi. Hakkımızda ortaya atılan ve asılsız oldukları daha sonra bağımsız yargı kararlarıyla da tescil edilen yolsuzluk iddialarıydı. Bunda da maalesef medyanın büyük rolü oldu. ANAP’ın Türkiye için doğru ve geçerli olan felsefesi ve icraat anlayışı yalan dolan iddialara ve suçlamalara kurban edildi. Ama bütün bunları bizzat yaşamış birisi olarak gene de basının tam özgür olmasından yanayım.
- Yüce Divan’da yargılanan ikinci Türkiye Cumhuriyeti başbakanısınız. ‘90’lı yıllarda Anavatan Partisi’nin toplumdaki karşılığını bitiren bu yolsuzluk iddialarıydı’ diyorsunuz. 17 Aralık 2013’te de mevcut iktidar partisinin bakanlarının istifasıyla sonuçlanan bazı yolsuzluk iddiaları gündeme geldi. Ama bunun seçim süreçlerinde bir karşılığı olmadığını gördük. Türkiye seçmeninin algısı açısından 20 senede ne değişti ki iki benzer olay farklı sonuç verdi?
Birincisi bu iddiaları bir yargıç titizliğiyle araştırmadan manşetlere taşıyan medya güvenilirliğini yitirdi. Basın tiraj kaybetti. Yargı süreçleri sonunda bunların büyük çoğunluğuyla doğru olmadığını ve siyasetin elinde bir silah haline geldiğini gören toplum da bu konudaki hassasiyetini kaybetti.
- Siz yolsuzluk süreçlerinde yüce divanı yaşamış bir siyasetçi olarak AK Partili siyasetçilerin Yüce Divan’a gitmemesini nasıl değerlendirdiniz?
Ben onlar adına bir şey söyleyemem. Ama ben onların yerinde olsam gönüllü giderdim. Çıkar Meclis’e rica ederdim. Oysa Türkiye’de bu jestlerin hiçbir anlam taşımadığına, hiçbir siyasi katkı getirmediğine şahit oldum.
- Bu söylediğiniz toplumsal ve siyasi değerler açısından çok umut kırıcı bir tespit değil mi?
Ben yaşadıklarımı anlatıyorum. Bu da uzun bir filmin küçük bir karesidir. Aynı karenin içinde seçimden önce PKK’dan daha tehlikeli ilan ettiği partiyle seçimden sonra Yüce Divan’a gitmemek için ortaklık yapan siyasetçiler de var. Biraz geriye giderseniz siyasi polemikler yüzünden idam sehpasına gönderilen başbakan, bakanlar var. Cumhurbaşkanlığı silah tehdidiyle engellenen kişiler var. Tabii geçmişte bunlar yaşandı, gelecekte yine yaşanacak diye bir kural yok. Ama Türkiye’de siyasete soyunanların bu riskleri de hesaba katmaları gerekir. Ayrıca unutmayın ki, ben Meclis’te çoğunluğu olmayan bir hükümet tecrübesi yaşadım. Yüce Divan’da yargılanmam bana iki seneye mal oldu. O sürenin altı ayı da mahkemeye bilinmeyen kişilerce gönderilen bir Arap Bankası’nın antetli kâğıdına sahte mühürle hazırlanan bir dekontun doğruluğunun araştırılmasıyla geçti. Bankanın bu dekontun kendilerine ait olmadığına, yani sahte olduğuna ilişkin resmi yazısının ulaşması altı ay sürdü. Şimdi geriye bakınca bunun pekâlâ FETÖ imalatı olabileceğini düşünüyorum
- O belgenin neden Gülen teşkilatının imalatı olduğunu düşünüyorsunuz? Siyasette eski gücünüzde olmadığınız bir dönemde sizi neden hedef alsınlar?
Çünkü böyle muhteşem bir sahtekârlığın ancak çok geniş kolları olan bir örgüt tarafından yapılabileceğine inanıyorum. Belki de MİT içindeki uzantılarının işidir. İntikam duygusuyla da olabilir, benim yeniden siyasete girmemi engellemek için de olabilir. Çünkü zannediyorum o dönemde onlara hiçbir himmette bulunmayan ender siyasetçilerden birisiydim.
- Bundan sonra Türkiye açısından gelişmeler ne yönde olur?
Bana göre bu darbe teşebbüsü Türkiye için hayırlı olmuştur. Maalesef masum çok insan öldü, maalesef Türkiye’nin dünyadaki imajına zarar verildi. Ama bu darbe Türkiye’nin AB süreci açısından büyük bir fırsat olabilir. 1999 yılında biz Helsinki’de AB’ye üyelik için adaylık statüsü aldık. Ecevit başbakanlığında üçlü hükümet zamanında –2002’de baraj altında kalan 3 partinin kurduğu koalisyonla- AB kriterlerine uygunluğu sağlayacak olan III. paketi Meclis’ten geçirdik. Bütün bu kriterleri yerine getirdikten sonra bir görüşmede Alman Başbakanı Schröder bana ‘Kohl ile kavganızı yakın olarak takip ettim. Kohl benim siyasi rakibim. Ama dürüstçe söylemek gerekirse Kohl’ün Türkiye’nin AB’ye hazır olmadığını söylerken kastettiği mesele sizin anladığınız gibi değil. Sizin söylediğiniz gibi Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması değil. Onun asıl karşı çıktığı legitimacy (meşruiyet). Yani Türkiye’deTSK’nın hükümete ortak olduğunu ve hükümetin onların onayını almadan birçok konuda icraat yapamadığını kastediyor’ dedi.
- Hak verdiniz mi o dönem için bu tespite?
Ben kendi başbakanlığım döneminde zaman zaman komutanlarla gerilimler yaşadım. Genelkurmay bana karşı açıklamalar yaptı, kavga ettim falan. Fakat karar almakta askerlere danışmayı, onların onayını almayı hiç düşünmedim. Ben onların hissiyatını dikkate almaya çalıştım ama kararları hep siyasi zeminde aldım. MGK’da da hep cumhurbaşkanını yanımıza çekerek kararı biz empoze ettik.
- Ama 28 Şubat’ta öyle olmadı.
28 Şubat döneminde Genelkurmay’da irtica konusunda brifing yapıp, o brifinge eğerYargıtay, Sayıştay, Danıştay mensuplarını getirir, hepsini ayağa kaldırıp komutanlara alkışlatırsan dışardan bakana onun demokrasi olduğuna inandıramazsın. Nitekim adamların hiçbiri inanmadı. Hakikaten gerçekte o kadar etkin değillerdi. Katiyen değillerdi. Ara sıra çıkış yaparlardı ama ona rağmen siyasi iradeyle onları aşmak her zaman mümkündü. Zannediyor musunuz ki ölüm cezasının kalkmasına onlar rıza gösterdiler? Zannediyor musunuz ki Kürtçe televizyona rıza gösteriler? Onlar 30 Ağustos’ta kim terfi edecek derdine düşmüştü. Ben 3 Ağustos’ta Meclis’ten geçirdim paketi. Mesele bu. Ama Batılılar Türkiye’de hükümetlerin orduya danışmadan karar alamayacağı tezini bir gerçek olarak kabul ederek...
- Bu Türkiye’nin siyasi gerçeği değil miydi?
Yarım gerçekti.
- Siz belli konularda asker vesayetini baypas edecek formüller bulmuş olabilirsiniz. O halde Türkiye’de askerle çatışarak iktidarda kalmayı başarmış siyasetçi sayısı verirken neden zorlamıyoruz? Tayyip Erdoğan bu tablo içinde Türkiye’de askeri vesayeti biz bitirdik derken haklı mı?
Haklı. Bizim dönemimizde Silahlı Kuvvetler eğer kendi hassasiyetlerine aykırı gelişmeler olmuşsa siyasete müdahil olma eğiliminde olmuştur. 28 Şubat bunun tipik örneğidir. Yanlış işler yapmışlardır. Türkiye’ye gelen yabancı başbakanlar muhataplarını ziyaret ettikten sonra Genelkurmay başkanını ziyaret ederlerdi. NATO’da savunma bakanları konseyi elips bir masa düzeninde oturur; ön sırada her ülkenin savunma bakanı oturur arkaya da genelkurmay başkanları. Bir tek Türkiye ikisini yan yana oturturdu yakın zamana kadar. Bunlar darbe artığı uygulamalardı. Bizim dönemimizde de asker hep siyasete şüpheyle bakmıştır, belli alanları kendi domain’i olarak görmüştür. Bu nedenle de AB tarafından bakıldığında Türkiye bütün kriterleri yerine getirse de siyasi otoritenin tam egemen olmadığı bir demokrasiydi. Bu resim şu anda kalkmıştır. Bunun kalkması Gülen cemaati ile hükümetin yaptığı yasadışı işbirliği sayesinde olmuştur. Böyle bir demokraside yaşıyoruz. Yasal yollardan kendi eksiklerini gidermenin, kendi yanlışlarını düzeltmenin, hatta kendisine kurulan tuzaklara karşı koymanın bile imkân olmadığı bir ülkede yaşıyoruz.