Murat Çelikkan openDemocracy, Hafıza Merkezi
Ron ve Pandya, ‘Evrensel değerler ve yabancı fonlar’ adlı araştırmalarında Hindistan, Meksika ve Fas’ın hak örgütlerinin faaliyetleri için yabancı fon kullandıkları sonucuna varıyor. Yazarlar bu bulgunun nedenleri üzerine bazı sorular ortaya atıyor. Yoksulluktan mı? Devletlerin veya hükümetlerin fon verenleri cezalandırma korkusundan mı? Kamuoyunun insan hakları örgütlerine duydukları güvensizlikten mi?
Ron ve Pandya’nın bulguları beni, benzer bir araştırmayı Türkiye’deki hak örgütleri hakkında yapmaya yöneltti. Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin, özellikle hak örgütlerinin maddi kaynakları hakkında yapılmış bir araştırma yok. Bu nedenle bu makale Türkiye’deki belli başlı hak örgütleri konusunda kişisel bulgu ve gözlemlerime dayanıyor.
2005 yılında bir grup aktivist Türkiye’deki insan hakları örgütleri için bir şemsiye niteliğine sahip olan Insan Hakları Ortak Platformu (İHOP)’nu kurdu. Kurucu üyeleri, İnsan Hakları Derneği (İHD, 1986), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV, 1990), İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlumder, 1991), Helsinki Yurttaşlar Derneği (HYD, 1993), Uluslararsı Af Örgütü –Türkiye Şubesi (AÖ, 1995) ve İnsan Hakları Araştırmaları Derneği (İHAD, 2006) idi. TİHV ve Mazlumder kuruluş sonrasında üyelikten çekilse de, İHOP tıplantılarına ve bazı faaliyetlerine gözlemci olarak katılmayı sürdürdü.
İnsan Hakları Derneği, 1980 askeri darbesi sonrasında darbe mağdurlarının aileleri, Türk ve Kürt aydınları tarafından kuruldu. Kurucuları açısından İHD sol eğilimli bir örgüt olarak kabul edilebilir, ancak Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile devlet arasındaki savaşın yoğunlaşmasıyla Kürtlere yönelik ihlaller Dernek gündeminde daha ağırlık kazandı. İHD, Türkiye’nin farklı illerinde şube örgütlenmeleri ve temsilcilikleriyle Türkiye’nin en güçlü insan hakları örgütlerinden biri kabul ediliyor.
Mazlumder’in kurucu yapısı İHD ile benzeşiyor: darbe mağdurları ve aydınlar. Ancak Mazlumder’in idolojik temelleri İHD gibi sol değil, İslam.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı, işkence mağdurlarının tedavisi ve rehabilitasyonu ile uğraşıyor ve daha odaklı bir çalışma yapıyor. İHD üyeleri, doktorlar, aydınlar ve aktivistler tarafından kurulan Vakıf, insan hakları ihlalleri ile ilgili dönemsel raporlar da yayımlıyor.
Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin kurucuları da benzer özellikler taşıyor. Ancak farklı siyasal eğilimler ve farklı mesleklerden gelen kurucular, HYD’yi Uluslararsı Helsinki Yurttaşlar Meclisi’nin Türkiye şubesi olarak kurdu. HYD, temel haklar, özgürlükler, barış, demokrasi ve çoğulculuk üzerinde çalışıyor.
İnsan Hakları Araştırmaları Derneği, hukukçular, akademisyenler ve insan hakları aktivistleri tarafından kuruldu ve araştırma, belgeleme, raporlama ve eğitim yoluyla insan hakları değerlerinin yaygınlaşması için çalışıyor.
Uluslararası Af Örgütü hariç hiç bir örgüt web sitelerinde yıllık bütçeleri ve kaynaklarına ilişkin bilgi vermiyor.
Söz konusu örgütlerin üçü, İHD, Mazlumder ve Uluslararası Af Örgütü taban örgütlenmesine sahip kitlesel örgütler. Her birinin Türkiye çapında üyeleri var, üye aidatı topluyor ve çalışmalarını büyük ölçüde gönüllülük temelinde yürütüyorlar. Bu üç örgüt ararsında sadece Uluslararası Af Örgütü, uluslararası bir örgütün Türkiye şubesi sıfatıyla yurtdışından maddi destek alıyor. Af Örgütü Türkiye şubesi Londra’daki merkezden gelen kaynağın yanısıra Türkiye’den de aidatlar ve kampanyalarla fon oluşturuyor.
İHD ve Mazlumder’in Türkiye’de en geniş ve güçlü örgütlenmeye sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. İHD Genel Merkezi, Ankara’da ve Derneğin 39 şube ve temsilciliği var. Mazlumder’in de Genel Merkezi başkentte ve onun da ülke çapında 26 şubesi bulunuyor. Her ikisinin de binlerce üyesi var ve maddi kaynaklarının tamamına yakınını yerel kaynaklardan oluşturuyorlar. İHD, bazı projeler için küçük miktarlarda yabancı fon kullanıyor ama Mazlumder, üye aidatları ve yerel bağışlarla faaliyet yürütüyor.
Sonuç olarak Türkiye’nin en büyük ve güçlü iki yerel örgütü uluslararası fonlarla değil, yerel kaynaklarla faaliyet yürütüyor. Her iki örgüt de insan hakları ihlalleri konusunda geniş ve kapsamlı çalışmalar yürüttüğü için, bütçeleri mütevazı değil. Yaptıkları çalışmaların kapsamı ve yaygınlığı düşünülünce bu örgütlerin dönem dönem maddi kaynak sıkıntısına düşmeleri de kaçınılmaz oluyor.
Faaliyetleri için yerel kaynaklar kullanmalarına ragmen, devlet ve hükümet görevlileri, toplumcu muhafazakarlar ve milliyetçiler bu kitlesel hak örgütlerine ‘politik olarak taraflı’ oldukları şeklinde saldırıyor.
Diğer örgütlerin hemen hepsi kitlesel örgütler olmaktan uzak, TİHV hariç hiçbirinin şubeleri yok. TİHV’nın beş ilde temsilciliği ve tedavi merkezleri bulunuyor.
Üye aidatları, çok küçük bir gelir oluşturan bu örgütler farklı kaynaklara yönelmek zorunda. Türkiye’den kaynak bulmakta zorlandıkları için hemen hepsi yabancı kaynaklara yöneliyor.
HYD ve TİHV gibi örgütlerin proje bazlı çalıştığı söylenebilir. Yani fon verenlere proje gönderip, örgütsel sürekliliklerini büyük ölçüde bu projelerin kabülüyle sürdürüyorlar. Türkiye’de oldukça sınırlı kaynak buldukları için de yabancı kaynaklara yöneliyorlar. Araştırma, savunuculuk ve eğitim konusunda uzmanlaşan diğer profesyonel hak örgütleri kadın, çocuk, LGBT gibi alanlara odaklanarak çalışıyor ve faaliyetlerini çok büyük ağırlıkla yabancı kaynaklarla sürdürüyorlar.
Proje bazlı veya alan odaklı çalışan örgütler kaynaklarının yaklaşık yüzde 90’ını yabancı fonlardan karşılıyor.
Bu yabancı fonların ana kaynaklarından biri Avrupa Birliği. Türkiye’deki AB delegasyonu STK’ları desteklemek üzere yıllık 1.75 milyon avroluk bir bütçeye sahip. Avrupa Komisyonu’nun Sivil Toplum fonları da STK’lar için bir başka kaynak.
Diğer Avrupa kaynakları ararsında Alman Heinrich Böll Vakfı’nı, Friedrich Ebert Vakfı’nı, Friedrich Naumann Vakfını, DVV International’ı, Hollanda’dan devletin bütçe ayırıp yönettiği Matra progamını, İsveç Fon Ajansı SİDA’yı, Britanya’nın Global Dialogue programını saymak mümkün. Aralarında Açık Toplum, OAK, Mott ve Chrest vakıflarının olduğu bazı ABD fon kuruluşları da Türkiye’deki sivil toplum örgütlerine fon ayırıyor.
Profesyonel hak örgütlerinin Türkiye’den kaynak bulması neden bu kadar zor? Ülke yoksul olduğu için mi böyle?
Gelir dağılımı sorunlu olsa da bu durumdan ekonomik koşulları sorumlu tutmak zor. Türkiye ekonomisi 2012 rakamlarıyla dünyanın 17. büyük ekonomisi kabul ediliyor. 2012 yılında satın alma gücü paritesi ayarlı kişi başı geliri 18,190 dolardı. Ülkede gelir dağılımı sorunları olmasına karşın Türkiye yoksul bir ülke değil.
Aslına bakılırsa bazı büyük şirketler ve bankalar sivil topluma fon veriyor. Mesela Garanti Bankası World Wild Fund for Nature’ı destekliyor; Akbank, Bir Dilek Tut Vakfı’na ve Procter & Gamble, Küçük Adımlar, Büyük Yarınlar eğitim programına destek veriyor.
Buna mukabil insan hakları çalışması yapan örgütlere bağış ve fon aktarımı hemen hemen hiç yok.
2012 yılında Charity Aid Foundation, Gallup anketlerine dayanarak şu sonuçlara vardı: Görüşülen Türkiye vatandaşlarının yüzde 10’u son bir ay içinde bir hayır örgütüne bağış yaptığını belirtiyor; yüzde 4’ü bir yabancıya yardım ettiğini, yüzde 31’i gönüllü bir çalışmaya katıldığını söylüyor. Bu rakamlar çok da büyük bir katılım göstermiyor, aslında bu durum, Türkiye’yi, Vakfın, Dünya Verme Endeksinin dibinde bir yere yerleştiriyor. Yine de Türkiye’de bir hayırseverlik kültürü olduğunu belirtmek lazım. Ancak bu kültürün varlığı, insan hakları örgütlerine yardım yapılmasına yetmeyebiliyor.
Devlet politikalarının ve milliyetçiliğin yerel hak örgütlerine para verilmemesinin başlıca nedenleri olduğunu söylemek mümkün.
1980 yılından beri Türkiye’de iktidara gelen hükümetler, neoliberal ekonomik politikaları, özelleştirme ve serbesleştirme politikalarını hayata geçiriyor ve ülkeyi yabancı semaye yatırımları için cazip hale getirmeye çalışıyor. Ancak sıra sivil topluma geldiğinde devlet ve hükümet görevlileri liberalizasyon öncesi yabancı düşmanlığı politikalarından vazgeçmiyor ve yabancı sermaye yatırımlarının aksine STK’lar için yabancı fonların iyi bir şey olmadığına inanıyor.
Hükümetler sık sık Türkiye’deki insan hakları örgütlerini ‘yabancı güçlerin’ hizmetinde olmakla, Türkiye’ye komplo kurmakla veya Kürt milliyeçiliği gibi ayrılıkçı ideolojileri desteklemekle suçluyor.
Bu tür saldırılar potansiyel yerli bağışçıları ürkütüyor. Sonuçta kitle tabanı olmayan ve Kürt meselesi, etnik veya dini kimlikler, işkence, zorla kaybetmeler ve dini özgürlükler gibi Türkiye’nin hassas meseleleri üzerine çalışan STK’lar kaynak bulma konusunda yabancı fonlara yönelmek zorunda kalıyor.
Bunu yaptıklarında da resmi yetkililer, ulusalcı politikacılar ve medya tarafından yabancı kaynağa dayandıkları için saldırıya uğruyorlar. Devletin haber ajansı AA, ‘İHD’ye Yunanlılar para veriyor,’ diye haber yapıyor.
Yabancı fonları kullanmak yerel hak örgütlerini farklı cephelerden saldırılara açık hale getiriyor. Kemalistler, STK’ların geçmiş ve halihazırdaki devlet kaynaklı hak ihlallerini eleştirmelerinden ve faaliyetleri için yabancı kaynak kullanmalarından hoşlanmıyor. Türkiye’de birçok solcu grup, bu örgütlerin devlet politikalarını eleştirmesinden memnuniyet duysa da ‘emperyalistlerin parası’nı kullanmalarına karşı. İslamcılar da Batı’dan para alan STK’ların hayırlı bir iş yapacağına inanmıyor.
Hemen hepsi Türkiye’de hak örgütlerinin yabancı fon kullanmasına kendi bakış açılarından karşı, bu da yerel hak örgütlerini baskı altında bırakıyor.
Bu yabancılarla bağlantılı Türkiyeliler şüphesi sıkça saçma sapan boyutlara varabiliyor. 2006 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar Orhan Pamuk hakkında yapılan milliyetçi kampanyayı anımsayalım. Türkiye’de bazı milliyetçiler, Pamuk’u, Türkiye’nin Osmanlı’nın son döneminde Ermeniler’i 1980’lerde de Kürtleri ‘kesmekten’ sorumlu olduğunu söylemesi üzerine ihanetle suçladılar. Bazı ‘Kemalist aydınlar’ işi Nobel Ödül’ünü almasını protesto eden imza kampanyası düzenlemeye kadar vardırdı.
Bazı mağdurların ve aktivistlerin insan hakları mücadelesinin tamamen gönüllü olması gerektiği doğrultusundaki inançları da fon almayı engelleyen faktörler arasında.
Bazı hak örgütleri hak ihlalcisi olarak gördükleri devletten veya özel sektörden para alınmasına da karşı. Bu kaynaklardan para alınmasının, yaptıkları çalışmaları tartışmalı kılacağına veya bağımsızlıklarını kaybettirteceğine inanıyor. Her ne kadar ilkesel olsa da , bu yaklaşımlar yerel fon oluşturma, insan haklarında profesyonelleşme ve hak örgütlerinin örgütsel sürdürebilirlikleri önünde engel teşkil edebiliyor.
Kitle tabanı olan örgütler kaynaklarının çok büyük bölümünü Türkiye’den sağlıyor. Üyelerinden veya destekçilerinden bağış alıyor. Yine de siyasal olarak taraflı oldukları saldırılarına maruz kalıyorlar. Profesyonel çalışan hak örgütlerinin yurt dışı fonlardan başka şansı yok. Onlar da yabancı kaynak kullandıkları için benzer saldırılara maruz kalıyor.
Bu tutum değişmedikçe, sürekliliği olan, niyetlendiği projeleri yapabilen ve yerel fonlar yaratan bir insan hakları sektörünün oluşması çok zor görünüyor.