T24- Taner Akçam'ın Taraf Gazetesi'ndeki yazısı:Miloşeviç gibi kendini sol olarak tanımlayan bir kişi ve hareketin nasıl olup da Bosnalılara soykırım yaptığı sorusunun cevabını Birgün’de buldum.Birgün Gazetesi, referandum sonuçları üzerine, “Milliyetçi Muhafazakâr tablo yine değişmedi”, başlığı ile çıktı.
(http://www.haber7.com/fotogaleri. php?s=4&cID=6895). Gazeteye göre, “ülkedeki ‘yüzde 60 sağ yüzde 40 sol dengesi kemikleşti. Milliyetçi Muhafazakâr oylar AKP’de konsolide oldu.” Yanlış okumadınız.
Gazeteye göre, referanduma hayır diyen @ solcu ve evet diyen ` sağcı idi.
Kitlesel imhalar üzerine verdiğimiz derslerde, konu Yugoslavya’ya gelince, öğrencilere sorduğumuz önemli sorulardan birisi, “komünist” ve “sosyalist” sıfatlarla kendisini tanımlayan bir kişi ve örgütün nasıl olup da Müslümanlara yönelik bir soykırımı örgütleyebildiğidir. Tabii ki buna, Stalin ve Mao dönemlerinde işlenmiş kitlesel katliamları hatırlatıp, “bu da soru mu” itirazı yapılabilir. Gerçekten de, gerek Çin gerek Sovyetler Birliği’nde insanların kitleler halinde imha edilmeleri sistemde içsel, yapısal bir sorun olarak daima var oldu. Örneğin, Çin’deki 1958 “Büyük İleri Adım”ı veya 1960’lı yıllardaki “Kültür Devrimi”, ciddi kitlesel imhalar olmalarına rağmen, malesef biz solcular tarafından uzun yıllar, insanlık tarihinin büyük ve önemli adımları olarak kutlanabildi... Amacım ama tarihin bu sayfasının kapağını aralamak değil. Yakın dönemdeki Miloşeviç’i aramak... 1990’a kadar Yugoslav Komünist Birliği aktif üyesi ve 1990 sonrası Sırp Sosyalist Partisi’nin kurucusu ve Yugoslavya ve Sırbistan’ın Devlet Başkanı Miloşeviç’i... 2006 yılında Soykırım ve İnsanlık Suçları işlemekten yargılandığı mahkemede kalp krizi sonucu vefat etmişti.
Yugoslavya’nın ve Sırbistan’ın solcusu ve sosyalisti olan Miloşeviç, nasıl olmuştu da, Sırp milliyetçi hareketinin başını çekmeye başlamış ve Bosnalılara karşı soykırım olmak üzere, Hırvatistan ve Kosova’daki insanlık suçlarının örgütleyicisi olmuştu? Bu sorunun cevabını Birgün gazetesinin başlığında buldum. Burada bu gazete okuyucusundan, bu gazetenin attığı bu başlığı beğenmeyen ve yanlış bulan taraftarlarından özür dilemek isterim. Amacım genel bir suçlama değil. Amacım sadece, Birgün ’ün bu başlığını “ufak bir kaza” ve “belki yapılmaması gereken ama abartılmaması da gereken sıradan bir hata” olarak görmek isteyenlere, bu cümledeki vahameti göstermektir. Birgün gazetesi bu tutumundan bildiğim kadarıyla geri adım atmadı. Bu konuda bir özeleştiri yayımlamadı. Eğer Miloşeviç’i arayanlarımız varsa, o adres bulunmuştur. Eğer Miloşeviç’in niçin milliyetçi olduğunu ve niçin gözünü kırpmadan kitlesel katliamları da organize edebildiğini anlamadıysanız, Birgün ’deki başlığı okuyunuz.
Şimdi cevap vermemiz gereken onlarca sorudan bir tanesi, Birgün gazetesi nasıl olmuş da bu @’ı sol saymıştır? MHP’de dahil, Anayasa değişikliklerine karşı çıkan CHP’yi, askerî darbelerin örgütleyicisi ve savunucuları olan asker-sivil bürokrat takımını ve hatta Hürriyet gazetesinde ifadesini bulan İstanbul burjuvazisini “solcu” yapan neydi? Bunun, Türkiye’deki AKP’den nefret etme ile doğrudan ilgisi olduğu açık. Bu nefreti anlamaya hizmet etmesi için bir çok ideolojik vb. açıklama tarzlarının yardımına başvurabilir; Kemalizmin etkisi, kuvvetli laiklik duygusu, İslam’ın şeriat olarak algılanmasının getirdiği korkular, hâlâ bağlı olunan sosyalizm anlayışı ve onun demokrasiyi “burjuva işi” diye aşağılayan bakışı vb. gibi insanların ideolojik tercihlerine bakarak bir şeyler söylemeye çalışabilirim. Ama konu üzerine düşündükçe “Mahalle” kavramının, Birgün gazetesindeki Miloseviç’i anlamak için en açıklayıcı metafor olacağına inandım. Birgün ’de, milliyetçilik ile solculuk arasındaki sınırı anlamsızlaştıran bu “Mahalle” mevhumudur.
Türkiye “bizim mahalle” ile “öteki mahalle” üzerine kurulmuştur. Veya bir başka deyişle, Türkiye’de yaşayan topluluklar olarak sosyal ve siyasal hayatımız, dolayısıyla bunları sarmalayan kültür dünyalarımız, iki büyük ana damar, iki büyük ana arter üzerinden şekillenmiştir. Bu iki ana damar iki farklı mahalle gibidir ve esas olarak birbirine yabancıdır. Mahallelerin kurulması ve şekillenmesi belki 19. yüzyılın başına kadar gider ama biz bugünden bakalım.
Mahallenin birinde, “şehirliler” vardır. Bunlar daha çok, küçük ve orta sınıf olarak da tanımlanabilecek, memur-asker vb.den oluşuyor, ana ekseni bürokrasidir (sonra buna asker ve sivil bürokrasinin desteği ile oluşan burjuvazi de -TÜSIAD - eklendi). İttihat ve Terakki ve CHP bu mahallenin siyasi partileridir. Mahallenin siyasi kültürünün ve söyleminin köşe taşları esas olarak bu ekol tarafından döşenmiştir. “Öteki mahalle” daha çok köylülerden ve esnaftan oluşur.
“Bizler” (aydın, solcu bir şekilde sola bulaşmışlar), esas olarak “bu mahallenin” çocuklarıyız. Öteki mahalle daha çok dini değerleriyle kendini tanımlayan bir topluluk. Şimdilerde açılıyor ve genişliyor. O mahalle orada durduğu ve bizim tarafa gelmeye kalkmadığı sürece bir sorun yoktu. Ve ilgilendiğimiz sorunlar daha çok “bizim mahalle”nin iç işleri ile ilgiliydi. O mahalle ile bizim mahallenin ilişkisi daha çok bizim yöneticilerin o mahalleyi manıpüle etmesi, bazen “hazır kıta” olarak kullanması üzerine kurulmuştu. Dediğim gibi ama, onlar orada durdukça ve bizim mahalleye gelmeye ve geçmeye çalışmadıkça ortada çok bir sorun yoktu. Şimdiki sorunlar mahallelerin sınırlarının karışmaya başlaması ile ortaya çıktı.
Biz solcular, bizim mahallenin yöneticileriyle sürekli kavga halindeydik, tüm hayatımız onlarla kavga ile geçti. Onları devirip, kendimiz yönetici olmak istedik. Önce mahallemizin yöneticilerine bizden daha yakın olan bir başkalarıyla (genç subaylarla falan) yöneticilerimizi devirmeyi istedik. Olmayınca kendimiz silaha bile sarıldık. Fakat bizim yöneticilerimizle aramızda akrabalık ilişkileri de vardı. “Bizler”, CHP’ye kızdık, hem de çok; ama hemen hemen tümümüz çocukluğumuzu CHP’nin arka bahçesinde geçirdik. CHP’ye bulaşmayanımız, hayatımızın bir evresinde oraya uğramayanımız yoktur. CHP’yi, yapılması gerekeni “az” yaptığı için beğenmedik. Hatta çoğumuz, 12 Eylül’den sonra bile, CHP’yi değiştirmek için oraya gittik. İçerden CHP’yi ele geçirme sevdalımız oldukça fazladır... Çünkü asıl iş bitirilecek büyük ev orasıydı.. CHP ile hep akraba idik, eş idik, dost idik, onun yöneticileri bizlerin çok ama çok yakın tanıdıkları idi. Sendikalarda, meslek kuruluşlarında, kültür faaliyetlerinde hep beraberdik onlarla... İç içeydik.
Bizim yöneticilerimiz, bizi çok ezdi, ağzımızdan emdiğimizi burnumuzdan getirdi ama onlarla aramızdaki ilişkiyi kuran bir ara kanal, bir ara köprü idi CHP. Yani sonuçta mahallemizin askerbürokratik yöneticileri de, onun partisi CHP de sonuçta “bizim”diler. “Bizim mahallenin” tanıdığımız bildik kişileriydi. Bu nedenle, bizim mahallenin eseri olan 1960 hâlâ kalbimizde yaradır; 12 Mart’ı hangi şartlarla destekleyeceğimizi konuşmuştuk, Üniversitelerimizin duvarlarına, “şunu yaparsanız sizi destekleriz” afişlerini asmıştık... vb. Bunlar daha çok mahallenin iç sorunları gibiydi.
12 Eylül kardeşime 9 yıl işkence etti, ölümden döndü kardeşim, babam 12 Eylül’den zor kaçtı Avrupa’ya... Ve ama başta Muammer Aksoy ve birçok CHP’li yakınımız 12 Eylül’ü savunmak için Avrupa’ya geldiler. Muammer Amca bizim amcamız idi, babamın mapus arkadaşı, bizim aile dostumuz, bizim mahallenin insanı idi. Muammer Amca benim avukatımdı da galiba... Böyle birçok damar var bizi bu rejime bağlayan. Kan ilişkileri gibi... Onları devireceğimizi, devrim yapacağımızı söylerdik ama onların çoğu icin de “bizim çocuklar” idik. İlhan Selçuk’u İstanbul’da son gördüğümde bana bu mealde şeyler söylediğini hatırlarım. Böyle onlarca “bizim mahalle” ilişkisi sayabilirim.
Şimdilerde ise durum değişmeye başladı. “Öteki mahalle” geliyor. Biz bu “öteki mahalleden” kimseyi tanımıyoruz. En zor günlerimizde bile hep “bizim mahallenin” iktidar ile eş, amca vb dostluk ilişkilerini kullandık. Tanıdıklarımızın aracı olmasını istedik... “Öteki mahalle” gelince, işler biraz karışabilir; orada kullanacağımız, başvuracağımız eş, amca, dost vb. yok. Tuhaf bir boşluk duygusu yaratıyor bu. Tuhaf bir bilinmemezlik ve korku... Biz bir nevi iktidarda olmasak da bu mahallenin iktidarını ve onun içindeki kendi yerimizi kaybediyoruz. Sorun bu gibi. Öteki mahallenin “daha demokrat” olacağı ise çok ürkütücü zaten... Ağza dahi alınsın istemiyoruz. Çünkü bizim mahalle, öteki mahalleye göre “modern”, “ilerici” olması ile övünür. CHP ile bizi birleştiren ve ayrıştıran “ilericilik” yarışı değil midir? Öteki mahalle ise “gerici” ve “yobaz”dır.
Benim ilgi alanımdan, kitlesel katliamlar ve nedenleri çerçevesinden topluma ve tarihe bakınca, bu mahalle ve farklı ana damar meselesi, bu ana damarın yarattığı kültürel dünya meselesi daha ürkütücü ve daha korkunç bir hâl alıyor. 1915 Ermeni soykırımı bizim mahallenin yöneticilerinin işidir, öteki mahallenin bir kısmını kullandılar bu “iş” için. Yukarıda Allah var, öteki mahallenin çoğu destekledi bu imhayı; ekonomik çıkar vardı, din işi vardı (Ermeniler gâvur idi, öldürünce cennete falan gidiliyordu vb.) Gene yukarda Allah var, 1915’e bizim mahalleden de karşı çıkan dürüst memurlar oldu ama çoğu gene öteki mahallenin dindar Müslümanlarıydı.
1938’de Dersim’in dağlarına bombayı bizim mahallenin yöneticileri attı. Dersim adını yasakladı, Tunceli dedi ona... Şimdi öteki mahallenin partisi, “Dersim” kelimesini yeniden gündeme soktu.
“Dersim katliamı” dedi. Ama bu biz solcuları kesmiyor. “Devlet Dersim’i bombaladı” diyen bir Başbakan’a, “sahtekârlık yapıyor” vb. deyip, söylediklerini yeterli bulmuyor, burun falan kıvırıyoruz.
Ama öteki mahallenin Dersim tavrını yeterli bulmayan bizler, Dersim’e bomba atanları “bizden” görmede, onlara “solcu” demede ve hatta onlarla seçimlerde milletvekili pazarlığı yapmada bir sorun görmüyoruz.
Katile “katil” diyenin, katil demesini az buluyoruz, burun kıvırıyoruz ama katille yan yana olmakta hiç bir mahsur görmüyoruz. Katile katil diyene duyduğumuz öfke öyle büyük ki, katilin kendisine olan yakınlığımızın farkında bile değiliz. AKP’yi cesaretsiz, korkak, yeteri kadar demokrat olmamakla suçlamayı çok kolay yapıyoruz. Ama onun, “Devlet Dersim’e bomba yağdırdı”, deme cesaretini, bizim bu bomba yağdıranla yan yana durduğumuz bir tablonun varlığından bakmak bile istemiyoruz. Katillerin yanında, onlarla sandığa da gidip aynı oyu atarak, onlarla milletvekili pazarlığı yaparak, öteki taraftan gelene “korkak” diye bağırıyoruz.... Bir de dönüp yanımızdakine baksak...
Bizim solun Türkiye tarihindeki cinayetlerle niçin yüzleşemediği, sorusunun cevabını bu Mahalle kavramı ile açıklamak isterim. Biz tarihsel cinayetlere tavır almayı, öteki mahalleye duyduğumuz öfke kadar ciddiye almıyoruz. Çünkü bizim mahallede, yöneticilerimize de bize de egemen olan bir kültür vardır; bu cinayetleri, katliamları hep bu kültür dünyamızdan açıklarız: Ermeniler mi? Onlar, biz bağımsızlık savaşı verirken, emperyalistlerle işbirliği yapmışlardı; Dersimliler mi? Onlar, gerici ve feodal bir sistemi temsil ediyorlardı ve bizler belki katliamları ağır bulsak bile, ağalığa karşı ilerici ve modern ilişkilerin egemen kırılmasını anlamamız gerekiyordu. Örnekleri arttırabilirim. Tarihle yüzleşmek değil, öteki mahalleye düşmanlık daha önemli... Bence bu İKİ YANDA KÜLTÜREL DAMAR sorunu, iki ayrı mahalle meselesi dillendirilmedikçe çok şeyi anlamayız gibime geliyor.
Şimdi bu Mahalleler arası bölünme derinleşiyor. Miloşeviç’in Birgün ’ün başlığında boy göstermesi bu nedenle tesadüf değil. Çünkü orada İttihat ve Terakki Partisi ve CHP geleneği, diğer Mahalle’ye karşı son kozlarını kullanmak zorunda. Son koz bizim mahallenin milliyetçiliğidir ve bu nedenle, MHP’nin de solcu sayılmasında çok fazla bir mahsur yok. Sonuçta 1920 Bakü Kurultayı’nda da Bolşevik büyüklerimiz Enver Paşa’yı, anti- Emperyalist kahraman olarak selamlamışlardı. Bu bilgi bizlerde önemsiz ve unutulması gereken bir ayrıntı olarak kaldı.
Asıl sorun, mahalleler arasındaki derin uçurumun nasıl kapatılacağı. Tarihle yüzleşmek bu Mahallelerin birleşme ve ayrışmasında çok önemli olacak. Son iki yüzyıllık insanlık tarihi hep üzerinde kavgalar edilen birtakım alanların açılıp kapanması üzerinden gitti. Sınıf alanı böyle idi, biraz ulusal çatışma alanı ile karıştı; sonra cinsiyet ve çevre yeni çatışma alanları olarak ortaya çıktılar. Bu alanlardaki çatışmaların birinde çok iyi bir yerde duran bir diğer alanda oldukça kötü bir yerde durabiliyordu. Şimdi hafıza yeni bir çatışma alanı olarak ortaya çıkıyor. Tarihimizle yüzleşme daha önceki çatışmalarda taraf olmuş kişi ve çevreleri yeniden harmanlayacak. Mahalleler arasındaki derin uçurum, hafıza alanında, tarihle yüzleşme ekseninde ortadan kalkabilir ama Birgün başlığında olduğu gibi derinleşebilir de. Eğer aynaya bakabilir ve tarihimizde işlenmiş cinayetlerle yüzleşme cesaretini gösterebilirsek işizim kolay! Ötesi mi? Tarihte yeteri kadar örnek var.
Miloseviç’i hatırlamam bundandır.
TANER AKÇAM / TARAF