Roman ve Cumhuriyet yazarı Mine Söğüt, Can Dündar’ın 25 Aralık fezlekesi ile ilgili yazdığı yazı için dün yargılandığı mahkemedeki gözlemlerini yazarken “Hepimiz farkındayız artık, yaşadığımız hayat adalete topyekûn uzak” dedi. Söğüt, Dündar’ın “Biliyorum ki bir gün burada gerçek suçlular yargılanacak ve biz de başımıza gelenleri gülerek hatırlayacağız” sözü üzerine mübaşirin Dündar’a kaçamak bir bakış atarak inançla gülümsediğini söyledi.
Söğüt'ün Cumhuriyet'te "Bir duruşma hikâyesi" başlığıyla yayımlanan (18 Aralık 2015) yazısı şöyle:
Duruşma salonu hınca hınç dolu.
Can, yağmurlu bir günde yargılanmak üzere Silivri’den Çağlayan’a getirilmiş...
Saatlerce süren duruşma bittiğinde günün sonunda aynı yağmurla yeniden cezaevine geri götürülecek.
Meslektaşları, okurları, ailesi ve yakınları içimizde zor tuttuğumuz itiraz dolu cümlelerimiz ve derin öfkemizle ona destek olmak için salonu doldurmuşuz.
Dava konusu, dönemin başbakanına ve oğluna hakaret.
Can, “Ben hayatımda kimseye hiç hakaret etmedim ki, onlara edeyim” diyor, sonra o kibar ve yumuşak ses tonuyla polis fezlekelerini anlatıyor uzun uzun, orada yazılanları anlatıyor, kime neden hırsız dendiğini, yolsuzluk iddialarını, rüşvet meselelerini...
Bunların polis kaydı olduğunu, gazeteciliğin sınırlarını, sorumluluklarını anlatıyor.
“Biz” diyor “Namussuzlar kadar cesur olmak zorundayız”.
Can’ın dilinden, yaşananlar tarihe doğru geçsin diye ince ince düşünülmüş, önemli laflar dökülüyor...
O konuşuyor, biz, mahkeme salonunu dolduranlar, kendi hayatlarımızı da yakından ilgilendiren bu meselenin, hukuk diline dönüşürken ortaya çıkan hoyrat tercümesini tedirginlikle izliyoruz.
Epeydir adaletten çok uzak bir coğrafyaya yerleşen ve kendi iklimine uymayanları silindir gibi ezip geçmeyi marifet bilen hukuk, zihinlerde ince ince düşünülerek bir araya getirilen cümleleri âdeti olduğu üzere özenle öğütüyor ve bünyesinden gizli tehditler püskürterek bir kez daha tecelli ediyor.
Bu ülkede hukukun, insanlık için değil sistem için işleyen ve gerekirse insanı ezip geçmek ve iktidarı korumak için yapılandırılmış tehlikeli bir ara mekanizma olduğunu gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda, askeri mahkemelerin, DGM’lerin etkin olduğu dönemde, en sert hukuk hikâyelerinin mağdurlarının mücadelelerinden öğrendim.
Meslekteki ilk işim 1990 yılında Güneş gazetesinde adliye muhabirliğiydi.
Genel yayın yönetmeni Metin Münir, “Sen oradan bize insan hikâyeleri toplayıp yazacaksın” demişti.
Toy bir hevesle önemli önemsiz demeden tüm davalara girip, sanıkların, tanıkların, avukatların, savcıların suratlarına bakıyor, ses tonlarına, hareketlerine odaklanıyor, görünenin bilinenin ardındaki hikâyenin peşine düşüyordum.
Her haliyle soğuk, özensiz, samimiyetsiz ve baştan savma görünen, edebi bir dili beslemeye hiç de elverişli olmayan o monoton dünyadan, zar zor derin anlamlar çıkarmaya çalışıyordum.
Çok geçmeden fark ettim.
Aradığım insani hikâyeler, mahkeme salonları dışında her yerdeydi.
Asık suratlı hâkimlerle savcıların o gri duvarlı, parlak ışıklı uzun koridorlarda birbirlerine sataşmalarında, pencereleri jaluzili loş odalarda yaptıkları fısıltılı konuşmalarda; sanık yakınlarının kapı önündeki ketumluklarında; avukatların ölçülü öfkelerinde, en önemlisi de mübaşirlerin, çaycıların ve yerleri paspaslayan temizlikçilerin vicdanlarındaydı.
Adaletin terazisi gerçeği duruşma salonlarında yalan yanlış tartmaya çalışırken; gerçek hikâye aslen kapı önlerinde, adliye koridorlarında, çay ocaklarında, evrak odalarında hatta sokaklarda fink atıyordu.
İnsanlar duruşma salonlarında konuşamadıklarını, koridorlarda çaycılara, mübaşirlere, temizlikçilere fısıldıyorlardı. Onlar da işkenceden sağlığını yitirmiş, haksız yere yıllarca hapis yatmış, suçsuzluğunu kanıtladığı halde tazminatını alamamış, işinden, okulundan atılmış insanların dertlerini onlara inanarak ve acıyarak dinliyorlardı.
Evrakta tanıdığı olan, çaycıya adıyla seslenen ve mübaşire okuttuğu lokumlardan yediren, kendisini adalete yakın hissediyordu.
Aradan çeyrek asır geçti.
Şu anda yine bir mahkeme salonundayım.
Bu kez, bir meslektaşımın davasında biz gazetecilerin gerçek hikâyesini arıyorum...
Hepimiz farkındayız artık, yaşadığımız hayat adalete topyekûn uzak.
O yüzden bu meseleden çıkacak hikâye epey çetrefilli, tehlikeli, entrikalı, karışık, zor ve çileli ama son cümlesi şimdiden belli; Can söyledi:
“Biliyorum ki bir gün burada gerçek suçlular yargılanacak ve biz de başımıza gelenleri gülerek hatırlayacağız” dedi.
Bunu duyan genç bir mübaşir, avucunu yumruk yaparak ve Can’a kaçamak bir bakış atarak inançla gülümsedi.