'Minör' sanat majör' olduğunda

'Minör' sanat majör' olduğunda
Barış Acar http://prounodasi.wordpress.com   Ulus Baker’in Körotonomedya’da yayımlanmış “Duygular Sosyolojisine Doğru” yazısını okuyorum (http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,197,0,0,1,0). Bilginin değil, kanaatlerin egemenliğine girmiş bir dünyada Baker, aslında sosyal bilimlerin geçerlilik olanağını sorguluyor. Marx’ın “bir halkın, bir çağın ya da bir uygarlığın ne olduğunu anlamak için ona kendisi hakkında ne düşündüğünü sormayız” düsturunun, iletişim teorileri içinde tümüyle “kanaat bildirimleri”ne ve “etiket” üretimine dönüşmesine vurgu yapıyor. Çağdaş Sanat ve Kanaat Bildirimi Söz konusu kanaat bildiriminin en yaygın olduğu alanlardan biri sanırım çağdaş sanat alanı. Sanatçıların “network”ler (ilişkiler ağı) üzerinden tanımladıkları varoluşları yoğun bir hareketlilik ve canlılık duygusuna neden olurken, gerçek anlamda bir dönüşüme, sanat anlamında bir farklılaşma ya da yaşama müdahaleye karşılık geliyor mu, kestirmek zor. Baker’in vurguladığı “kanaat”i, “enformasyon”un (malumat) “bilgi”nin yerini almaya başlamasının belirtisi olarak kabul edersek, çağdaş sanatı sınırsız bir enformasyon patlaması olarak da görebiliriz. Bir yerden bir başka yere sürekli uçmakta olan, buna karşın yaşantı içinde bir şeye karşılık gelip gelmediğini kestiremediğimiz enformasyonlar yığını. “Gönderme yapmak” teriminin içerimini ele aldığım bir yazıda bu konuya değinmiştim:  “Gönderme yapmanın, göstergebilimden soyutlanmamış bir biçimde ele alındığında, içerimi bir şeyi bir başka şeyle ilişki içinde düşünmektir: Kantçı anlamda bir kavramın içlemini özdeşlik ilkesini de zorlayacak şekilde sentetik olarak geliştirmek… Ne ki, kavramsal kökene sadık kalınmayarak, gösteren ve gösterilen arasındaki bağlantı tüm açıklığıyla ortaya konulmadığı sürece bu tanımlamanın kendisi hiçbir şey anlatmamaktadır.” (http://acarbaris.blogspot.com/2008/07/gnderme-yapmak.html) Dolayısıyla, tanım üretiyormuş gibi görünürken böylesi tanımsızlıklar tarafından sarılıp sarmalanan bir enformasyon ortamında, kavramlar etiket (marka), düşünceler ise kişisel yorumlar (kanaatler) kılığına büründükçe “enformasyon dünyası”ndan başka bir şey kalmıyor geriye. Sonunda, çağdaş sanatın kendini koparmak için yoğun çaba harcadığı modernizm söyleminin tahakküm kurucu atmosferine başka bir ucundan eklemleniyor yapılıp edilenler. Günümüzde çağdaş sanatçıların yaşadıkları yoğun tatminsizlik duygusunun arkaplanında bu sıkıntı yatıyor. Kendisinin de kurucu aktörlerinden biri olduğu kanaatlar evreninde kanaatkâr bir kimlik içine sıkışıp kalıyor çağdaş sanatçı.  Bu ise bizi Ulus Baker’in uyarısına geri getiriyor: “Kanaatların kararsız olma, kolay ya da zor, ama yine de ‘değişebilir’ ve dolayısıyla ‘manipüle edilebilir’ olma özelliği onları ‘düşünme’ adını verebileceğimiz insan faaliyetinden doğa bakımından farklı kılmaktadır.”  Minör Politikalar Depo Kültür Merkezi’nde Emre Zeytinoğlu, Erden Kosova ve Burak Delier’le sanatın politik karakteri hakkında konuşuyoruz. Emre Zeytinoğlu’nun Kafka üzerinden verdiği örnek çok açıklayıcı geliyor bana. Kafka’nın bilinçli bir tercihle, entelektüel bir Almanca’yı ya da içinde büyüdüğü baskın Yahudi dilini kullanmadığını, Çek köylülerinin dilini kullandığını söylüyor. Karşılaşma ve iletişim kurma anının zorluklarını yansıtan bir dil olduğunu söylüyor bunun. Bir Çek köylüsünün Almanca konuşmasının ardında tarihsel ve politik sebepler vardır, diyor. Buradaki tercih doğal olarak politiktir. Kafka, bir üst-dil yaratarak konuşmaktansa, minör bir tercih yaparak, küçücük bir alanda kendine etkin bir varlık belirler.  Buradaki minörlük beni uzun uzun düşündürüyor. Üretildiği anda ve yerde minör bir tercihi yansıtan bu dilin, 20. yüzyılın sonunda üslup kılığına bürünerek nasıl da iktidar eylediğine şaşıyorum. Kafka’nın, Beckett’in zorladığı yalınlığın ve alegorinin, Duchamp’ın sanatçı ediminin ya da Nam June Paik’in video sanatı önerisinin bugünün reklam dilindeki karşılığı beni ürkütüyor. Burada üslup haline gelme, “üsluplaşma” (bu sözcüğün “kültürleşme” ile de hınzır bir bağı var) büyük oranda belirleyici. Sanat alanında bir olay ya da olguyu üslup haline getiren de sanat tarihinin kendisi. Bu yüzden, bugün çağdaş sanat üzerine düşünen sanat tarihi için en büyük problem “üsluplar tarihi”. Elbette, bu suçlu bulma girişimi sanatçının konumu açısından rahatlatıcı olmamalı. Sonuçta problem devasa bir kütle olarak onun karşısında duruyor.  “Kimlik politikaları”, “ara ve arka sokaklar”, “insanlar arası ilişkiler” üzerinde duran minör sanatsal duruşlar, reel politikanın üstyapı aygıtları (kurumsal yapılar) tarafından büyük bir hızla kapılarak majör söylemlere dönüşüyorlar. Bu da, fena halde, Walter Benjamin’in 1936’da faşizmin gelişim koşullarını tanımlarken kullandığı “politikanın estetikleştirilmesi”ni andırıyor.  Estetiğin nasıl olup da politikleşebileceği sorusu ise hâlâ cevap bulmuş görünmüyor. Bugün, çağdaş sanatçının üzerine en çok düşünmesi gereken sorunsalın, tüm sosyal bilimlerin kendisine bakışını özetleyen bu “muğlaklık” alanında ifade bulduğunu düşünüyorum.