Halkların Demokratik Partisi (HDP), 27 Eylül’de açıkladığı “Demokrasi, Adalet ve Barış Deklarasyon” kapsamında sahada temaslarını sürdürüyor. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Saadet Partisi (SP), DEVA, Gelecek Partisi, Türkiye İşçi Partisi (TİP), Emek Partisi (EMEP) ile KESK, DİSK, Türk Tabipler Birliği (TTB) gibi meslek odalarının yanı sıra Alevi kurumlarıyla deklarasyona ilişkin ziyaretlerde bulunan HDP, deklarasyonda ittifak politikalarını net bir şekilde açıkladı.
Siyasetin gündeminde erken seçimler, kurulacak ittifaklar ve Kürt sorununa yönelik tartışmalar devam ederken HDP, hafta sonu gerçekleştirdiği Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulu toplantısında demokrasi ittifakı, parti kapatmaları ve yeni dönem yol haritasını masaya yatırdı. Toplantılarda, HDP’nin 2022’de yapacağı 5’inci Genel Olağan Kongresi’ne dair de öneriler konuşuldu. Yaz boyunca sahada olan HDP, kış boyunca da deklarasyon ardından yaptığı görüşmelerde ortaya çıkan önerilerle ve yürüteceği çalışmalarla demokrasi ittifakını somutlaştırmayı planlıyor.
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, son dönemlerde muhalefetin Kürt sorununa yaklaşımına ilişkin iki önemli noktaya dikkat çekti. İlk olarak muhalefetin inkâr zihniyeti ve politikasından vazgeçmesi gerektiğini dile getiren Sancar, ikinci önemli noktanın da yöntem olduğunu söyledi. Sancar, “Kürt sorunu müzakere, diyalog ve siyasetle mi çözülecek? Yoksa bu sorun on yıllardır sürdürüle geldiği gibi militarist bir anlayışa ve güvenlikçi politikalara mı teslim edilecek?” dedi.
HDP Eş Genel Başkanı Sancar’ın HDP’nin yeni dönem yol haritası, kapatma davası ve Kürt sorununa yönelik muhalefetin çıkışlarını dair Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.
Demokrasi, Adalet ve Barışa Çağrı Deklarasyonunuz üzerinden geçen bir buçuk ayda bir dizi ziyarette bulundunuz. Parti Meclisi toplantınız sonrası yeni bir aşamaya geçtiğinizi dile getirdiniz. Bunu da “Demokrasiye Çağrı Deklarasyonu'nun hayata geçirilmesi aşaması” olarak tanımladınız. Nasıl bir çalışma örgütleyeceksiniz?
Parti Meclisi toplantımızda bu konuyu ele aldık ama deklarasyonumuzu yayınladığımız tarihten bu yana çalışmalarımızı aralıksız olarak sürdürüyoruz. Parti Meclisi’miz daha önce çalışmaların yürütülmesi için Merkez Yürütme Kurulu’na yetki vermişti. Biz de bu konuda Parti Meclisi’mizi bilgilendirdik. “İlk tur” olarak adlandırabileceğimiz çok sayıda görüşme gerçekleştirdik. Oluşturduğumuz heyet, çeşitli toplum kesimleri ve onların temsilcileriyle bir araya geldi. Bu buluşmalar daha çok ön görüşme niteliğindeydi. Hemen hemen tüm sol, sosyalist partileri ziyaret ettik. Kendilerine deklarasyonumuz hakkında bilgi verdik, onların görüşlerini aldık. Bunun dışında emek ve meslek örgütleriyle, yöre dernekleriyle olan görüşmelerimiz sürüyor. Alevi kurum temsilcilerini eşbaşkanlar düzeyinde ağırladık. Ben Diyarbakır programımız kapsamında Kurdî partilerle bir toplantı yaptım. Tüm bu toplantıların, buluşmaların ve görüşmelerin odağında “Demokrasiye Çağrı Deklarasyonu”muz vardı. Ön görüşme turu tamamlanmak üzere, buradan çıkan görüşleri, değerlendirmeleri ve eleştirileri kurullarımızda değerlendireceğiz.
Savaş karşıtı ittifak meselesini son iki grup toplantınızda dile getirdiniz. Savaş karşıtı ittifaktan kastınız nedir?
Türkiye’de bu iktidarı ayakta tutan temel unsur savaş politikasıdır. Kürt sorununda militarist ve güvenlikçi yaklaşım savaş politikalarının zeminini oluşturuyor. Fakat 2015’ten bu yana, yani çözüm süreci AKP tarafından bitirildikten sonra sadece Kürt sorununda güvenlikçi politikalara dönülmekle ya da Kürt sorununda militarist anlayışı derinleştirilmekle yetinilmedi, aynı zamanda bölgesel savaş politikaları da devreye sokuldu. Mevcut iktidar bölgede elinin uzandığı her yere savaşı dayatıyor ve kendini buradan var etmeye çalışıyor. Çünkü toplumsal rızası ve desteği azalıyor, altındaki zemin kayıyor. Bunu korumak ya da konsolide etmek için bildikleri tek yol var; kutuplaştırma, düşmanlaştırma ve gerilim politikası. Bu yolla toplumu ayrıştırıp milliyetçi hamaset ve soyut bir “vatan, millet” söylemiyle ayakta kalabileceklerini düşünüyorlar. O nedenle de savaş politikalarını derinleştirmek istiyorlar.
Böylesi bir zihniyete karşı gerçek bir muhalefetin öncelikle iktidarın temel varoluş politikasına karşı bir tavır geliştirmesi gerekiyor. Bu da savaş karşıtlığıdır. Bir ara bizim savaş karşıtı çağrılarımızın havada kaldığı, karşılık bulmadığı yönünde iddialar vardı. Ancak böyle olmadığını şimdi daha iyi görebiliyoruz. Biz ısrarla, inatla ve sabırla savaş politikalarına karşı çıktık, bu politikalara karşı mücadele yürüttük ve şimdi bunun toplumda geniş bir karşılık bulduğunu görüyoruz. Bu toplumsal karşılığın siyasi yansımaları da oldu. Son tezkereyle ilgili gelişmeleri bu gelişmelerden bağımsız ele almak yanlış olur. Ben Türkiye toplumunun geniş bir kesiminin savaş karşıtı olduğuna inanıyorum. Yeter ki bunu anlatabilecek yolları açalım.
Nasıl bir yol?
Yaptığımız çağrılar sonrasında, gerçekleştirdiğimiz görüşmelerde bu konu gündeme geliyor. Deklarasyonumuzda da temel gündemlerimizden bir tanesi buydu: Hem içeride hem de bölgede savaş politikalarını reddetmek. İstişarelerde bulunduğumuz çevrelerin bu konuda bir tereddüdü yok, görünüyor, en azından temelde bir mutabakat var. Görüştüğümüz çevrelerin de geniş bir toplumsal kesimi temsil ettiğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Dolayısıyla savaş politikalarına karşı çıkmak ve bir savaş karşıtı ittifak oluşturmak, somut mücadele alanlarından biri olduğu gibi bu iktidara karşı yürütülen mücadelenin de en etkili yöntemidir. O nedenle hem toplumsal hem de siyasal muhalefete bu temelde bir çağrı yapıyoruz. Savaş politikalarına karşı çıktığınızda bu tutum toplumda yaygınlaşır ve yerleşirse, çok ciddi bir kazanım elde edilmiş demektir. Fakat yalnızca karşı çıkmak sorunu maalesef çözmüyor. Daha ileriye gitmemiz gerekiyor. Bu da toplumun çok farklı kesimlerini kapsayacak bir büyük bir barış hareketidir.
Toplumsal ve siyasal alanda “hareket” denildiğinde insanların meydanlarda toplanması anlaşılıyor. Kastettiğimiz sadece bu değildir. Kastettiğimiz bir irade ortaklığının gerçekleşmesidir. Bu irade ortaklığının hayata geçirilmesinin ise çeşitli yolları var. Bu yollar genişledikçe ve çoğaldıkça büyük bir barış hareketi havuzunda toplanacak, böylelikle demokrasi ittifakı çerçevesinde yürüttüğümüz çalışmaları besleyecek ciddi bir kaynak oluşacaktır. Tıpkı son tezkerede olduğu gibi her kesim kendi alanında savaş politikalarına karşı çıkmaya devam ederse, iktidarın kendini var etmek için dayandığı temel politikanın “savaş” olduğunu görecek ve itirazını kendi bulunduğu siyasal-toplumsal zeminde, kendi yöntemleriyle dile getirmeye başlayacaktır. Bu itirazların artması da büyük bir barış hareketi kurmanın yollarını inşa etmeyi kolaylaştırır.
Kürt sorununa dair çözüm, diyalog ve müzakere söylemleri gelişiyor. Öte yandan son dönemlerde muhalefetin dilinde bir sertleşme de ortaya çıktı. Bunu nasıl değerlendirdiniz?
Toplumsal olayları karmaşık bir dünya olarak görmekte fayda var. Siyaset, bir meselenin o an dile getirilmesi ve bu dile getirilenin hemen gerçekleşmesi beklentisiyle yürütülebilecek bir faaliyet değildir. Bir anda sonuç alınabileceğini var saymak, gerçekçi bir siyaset tarzı değildir. Demokratik siyasetin ve aktörlerinin sabırlı olması ve çok geniş bir perspektiften bakması gerekiyor. Şüphesiz, on yılların derinleşmiş zihniyetinin birkaç olumlu adımla ya da umut veren olayla kökten değişeceğini beklemiyoruz.
Ancak bir sıkıntıya dikkat çekmekte fayda var. Bir yandan müzakereye yakın, daha uzlaşmacı bir dil kurulurken, diğer yandan bunun çok gerisine düşen güvenlikçi bir dille açıklama yapmak inandırıcılığı ve toplumun güvenini zedeler. Biz tutarlılık önemlidir diyoruz. Aktörlerden elbette ansızın bir değişim, dönüşüm ve farklılaşma beklemiyoruz ama belli bir tutarlılık beklemeye de hakkımız var. Bu beklentinin sadece siyasi partilerde değil, toplumda da olduğunu söylemek gerek. Bir yandan savaşa, tezkereye karşı çıkacaksınız; sonra da çok daha büyük bir tezkere gerektiren bir başka olayı gündeme getireceksiniz. Yanlış buluyorum.
Aynı şey diğer muhalefet partisinin genel başkanının bize dair sözleri için de geçerlidir. Sıkıştığı anda iktidarın çizdiği oyun sahasına geri dönmek bir zayıflıktır. İktidar bir oyun sahası çiziyor ve aktörleri çizdiği güvenlikçi ve militarist sahaya çekmeye çalışıyor. Yıllardır bu oyunu oynadığı için de çok tecrübeli. Siz eğer iktidarla onun oyun sahasına girerek mücadele etmeyi kabul ederseniz, oradan hırpalanarak çıkmanız neredeyse imkansızdır. O nedenle bu sorun sadece bizim sorunumuz değildir; bu, genel bir toplumsal sorundur. Türkiye’de muhalefetin sorumluluğu, demokratik geleceği ve toplumsal barışı kurma konusunda geniş halk kesimlerine güven verme meselesidir. Bu yalpalamalar, inandırıcılık ve güven konusunda maalesef önemli sıkıntılar yaratıyor.
Muhalefet partilerinin, Kürt sorununda bütünlüklü bir bakışı ve çözüm önerilerini hangi temelde ortaya koymaları gerekir?
Bizim kendi programımız, politika önerilerimiz, yıllar içerisinde oluşan bir birikimimiz var. Biz bunların hepsinin muhalefet partileri tarafından olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğini söylemiyoruz. Bizim böyle bir ön şart koşma yöntemimiz yok. Fakat bazı konularda belli eşiklerin aşılması gerektiği de ortada. Bunların başında, inkâr zihniyetinden ve politikasından vazgeçilmesi geliyor. Muhalefetin gerçekten farklı bir siyaset izleme niyetinde olduğunu gösterme isteği varsa, inkâr zihniyetinin ve politikasının her türlü yansımasından arınmayı, en azından bir çaba olarak göstermesi gerekiyor. Dolayısıyla siyasal muhalefetin ilk olarak inkâr anlayışının nerelere kadar uzandığına ilişkin bir yüzleşmeye ihtiyacı var. On yılların inkâr zihniyetiyle vedalaşmadan ya da en azından vedalaşma niyetini samimi bir şekilde ortaya koymadan, Kürt sorununun gerçekliğini kavramak da mümkün değildir.
İkincisi; yöntem konusudur, yani Kürt sorununun nasıl çözüleceği meselesidir. Burada da bir eşiğin atlanması gerekiyor. Kürt sorunu müzakere, diyalog ve siyasetle mi çözülecek? Yoksa bu sorun on yıllardır sürdürüle geldiği gibi militarist bir anlayışa ve güvenlikçi politikalara mı teslim edilecek? Bu konuda bir tercih yapmak lazım. Yöntem tercihi son derece önemlidir. Bizim siyasal muhalefetten de genel olarak diğer aktörlerden de beklediğimiz budur. İnkâr zihniyetinin tuzaklarına karşı bir yüzleşme gerçekleştirmeleri gerektiğini söylüyoruz ve çözüm konusunda yönteme dair bir netleşmeye ihtiyaçları olduğunu belirtiyoruz. Yani ilk olarak inkâr zihniyetinden vazgeçilecek; ki böylece sorunun gerçekliği daha iyi kavranabilecek. İkinci olarak da bu sorunun demokratik yollarla çözümü konusunda bir mutabakat oluşacak. Diğer konuların hepsi konuşulur, tartışılır, müzakere edilir; ki bu tartışmalar da bir siyasi rekabet konusudur.
Muhalefet “güçlendirilmiş parlamenter sistem” üzerine çalışma yapıyor ve 85 maddede anlaştıkları belirtiliyor. “HDP neden bu masada yok?” sorusuna karşı da sizin deklarasyon döneminde ifade ettiğiniz “hiçbir ittifakta yer almayacağız” kararınıza işaret ediliyor. HDP bu ittifakta neden yok? Bu ittifak ile yapılacak Anayasa değişikliği, sorunları çözer mi?
Çeşitli partilerin bir araya gelerek belli konularda görüşmeler yapması normaldir. Buna karşı herhangi bir itirazımız, bu konuda bir rahatsızlığımız olamaz. Ancak HDP’yi davet etmeme gerekçesi olarak ileri sürdükleri şeyin doğru olmadığını düşünüyorum. HDP’yi çağırmamalarına “HDP zaten kendisi ittifakta yer almayacağını söyledi” şeklinde bir gerekçe sunuyorlar. Eğer bu altı partinin bir araya gelmesi özel bir ittifak arayışı ise bu gerekçeyi anlayışla karşılarım. Ama burada millet ittifakı, artı ittifaka dahil olmayan iki parti var. Hatta Saadet Partisi’nin (SP) ittifakta yer alıp almama konusunda henüz netleşmediğine dair açıklamaları mevcut. HDP’yi çağırmamayı “zaten HDP ittifakta yer almayacağını açıkladı” gibi bir gerekçeye bağlamak bir nebze kaçamak davranmaktır. Biz şunu açık söylüyoruz; böyle bir tartışma tabii ki daha geniş bir çerçevede de yürütülebilir ama kimsenin bir gerçeği de görmezden gelmemesi lazım.
Bu sadece belli bir konuyu oturup tartışma meselesinden ibaret değildir. Anayasa’yı gelecek dönemde değiştirmeyi öngören bir hazırlık çalışmasıdır. Anayasa’nın değiştirilmesi için de güçlü bir toplumsal mutabakata ve güçlü bir siyasal çoğunluğa ihtiyaç var. Bu gerçeği hesaba katmadan sadece kâğıt üzerinde çalışmalar yürütmek belli bir noktaya kadar fayda sağlayabilir ama sonuç alma konusunda soru işaretlerini büyütür. O nedenle bu partilerin, yaptıkları çalışmalarla ilgili bize bilgi vermeleri ya da bizimle özel görüşme yapmak istemeleri halinde memnun oluruz. Ama gerekçeleri ortaya koyarken daha samimi davranmak lazım. Eğer HDP’yle bir arada görünmeme kaygısı varsa şayet, o altılı masada bununla yüzleşmek ve hesaplaşmak gerekir. Çünkü HDP hem temsil ettiği toplumsal güç hem de siyasal aktör rolü itibariyle geleceğin inşasında vazgeçilmez konumdadır. Kimse buradan bizim kibirli davrandığımız ya da birilerine şantaj yaptığımız gibi bir sonuç çıkarmasın. Biz yeni bir başlangıçla geleceğin demokratik bir şekilde inşa edilmesini istiyoruz.
“Devletçi yenilenme değil halkçı yönetim” dediğimiz tam da budur. Eğer devletçi yenilenmeye yönelik bir senaryo varsa, bunun Türkiye’yi yeni bir yola sokması imkansızdır. Eski devlet anlayışını bazı rötuşlarla yenileyerek devam ettirme niyetinin zaman kaybı olacağını, ileride daha fazla maliyetler doğuracağını hatırlatmak isteriz. Biz diyoruz ki devlet eksenli bir restorasyon değil halka dayanan ve halk için bir yönetim inşasının yolunu açalım. Bunu da parlamento seçimleri için kurmayı hedeflediğimiz geniş demokrasi ittifakıyla büyük ölçüde başaracağımızı düşünüyoruz. Yani halkçı yönetime giden yolu parlamento seçimlerinde hedeflediğimiz geniş demokrasi ittifakıyla açacağımıza inancımız tamdır.
Siirt’te bir yurttaş “Burası Kürdistan” dediği için gözaltına alınırken, Erdoğan Batman’da Kürtçe müzikle karşılandı. Her dönem inkâr siyaseti var ancak bu dönem nasıl bir inkâr siyaseti devrede?
Bu çelişkiler hep yaşandı. Biliyoruz ki önce Kürt’ün varlığı inkâr edildi. “Kürt yoktur”dan “Kürt sorunu yoktur”a gelindi, “Kürt sorunu yoktur” aşamasını geride bıraktıktan sonra şimdi de “Kürtlerin siyasi iradesi yoktur”a geldik. Bunlar inkârın çeşitli evreleridir. Kürtlerin varlığını inkâr etmekle, Kürt sorununun varlığını inkâr etmek aynı kapıya çıkıyor. İkisini inkâr etmek, Kürtlerin siyasi iradesini ve Türkiye’de demokratik geleceğin kurucu öznelerinden biri olacağı gerçeğini inkâr etmek demektir. İnkâr siyaseti, trajikomik diyebileceğimiz durumlar yarattı, hala yaratıyor da. Sadece trajikomik olmakla kalmadı, 10 yıllar içerisinde binlerce insanımızın da hayatına mal oldu. Kayıplarımız o kadar çok ki; en başta can kayıplarımız, daha sonra ekonomik, demokrasi, özgürlük, aş, iş kaybımız. Tüm bunlar, inkâr zihniyeti ve anlayışıyla bağlantılıdır. Eğer biraz önce saydığım alanlarda demokrasi, adalet ve barış üzerine bir gelecek inşa edeceksek, bu üç inkâr anlayışından da tümüyle vazgeçmek gerekiyor. Çoklu krize ve inkâra karşı demokrasi çerçevesinde çoklu mücadele şekilleri inşa etmeli, çoklu ittifaklar kurmalıyız.
Erken seçim tartışmaları gündemde. Geçtiğimiz günlerde Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun Erdoğan ile bir görüşmesi oldu. Karamollaoğlu, Erdoğan’ın Başkanlık sisteminde gördüğü tek eksikliğin 50+1 olduğunu söyledi. Cemil Çiçek de yaptığı açıklamada 50+1’e dair rahatsızlıklarını dile getirdi. Mesele 50+1 mi yoksa iktidar kan kaybını bu gündem üzerinden kamufle mi etmek istiyor?
Cumhurbaşkanlığı seçiminde 50+1, iktidarı ve Erdoğan’ı zorluyor. Bu çok açık ortada. Son zamanlarda Erdoğan’ın 50+1’i bulduğunu ortaya koyan bir kamuoyu araştırması da yayınlanmadı. Üstelik iktidara yakın olan kamuoyu araştırma şirketlerinden bile böyle bir veri paylaşılmadı. Dolayısıyla kendilerini iktidarda tutmaya devam edecek formül arayışlarına girdikleri söylenebilir. Anayasa hukuku açısından da böyle bir arayışa girmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak buna muhalefetten herhangi bir desteğin gelmesini beklemek gerçekçi değil.
50+1 anayasal bir kuraldır. Cumhurbaşkanlığı seçimini ilk turda kazanabilmek için yüzde 50+1 oy gerekiyor. Eğer bu oyu hiçbir aday alamazsa en çok oy alan iki aday ikinci tura kalıyor. Bu kuralı değiştirebilmek içinse Anayasa’yı değiştirmeleri lazım. Anayasa’yı değiştirebilmek için Meclis’te 360 oy + referandum gerekiyor. Referandumsuz değişiklik için ise 400 oy lazım. Cumhur İttifakı’nın şu an 360 oyu bulunmuyor. Muhalefetten bir destek gelmezse böyle bir değişiklik mümkün değil. Ben buna destek verebilecek bir muhalefet partisi olduğunu da düşünmüyorum. Bizim tavrımız zaten açık, böyle bir destek vermemiz asla söz konusu olamaz.
Bahçeli’nin dikkat çeken açıklamasından bir tanesi de kendilerinin muhalefet partisi olduğunu söylemesi oldu. Öncelikle siz bu söylemleri nasıl okudunuz? Bu açıklama hükümetin yanlış politikalarının sorumluluğundan MHP’yi kurtarır mı?
Benim gördüğüm şu: MHP’nin muhalefet ettiği tek çevre var, o da muhalefet. Muhalefet partisi rolünü, muhalefet partilerine karşı çok sert muhalefet etmek olarak anlıyorsalar, haklılar. Oysa MHP bu iktidarın tüm icraatlarının ortağıdır, sorumlusudur. İktidarın bir parçasıdır. Bunu toplumun zihninde böyle sözlerle değiştirebileceklerini sanıyorlarsa demek ki destek kaybı çok büyük. MHP, böyle konuşmaya başlamışsa altındaki zeminin bir hayli yok olmakta olduğunu görmüştür ve ciddi bir panik halindedir.
Bir erken seçim öngörüyor musunuz?
Bu konuda verileri değerlendirdiğimde net bir kanaate ulaşamıyorum. Erken seçimin olabilmesi için önemli işaretlerden biri şu olacaktır: Eğer bu iktidar mevcut seçim hukukuyla seçime girmeyi göze alırsa erken seçim önümüzdeki yıl da yapılabilir. Yok eğer seçim kanunlarında değişiklik yapmaya kararlıysa o zaman bu değişikliklerin yapılmasından itibaren bir yılın geçmesi gerekecek. Şu anda bütçe maratonu sürüyor ve bittiğinde Genel Kurul’a gelecek. Bütçe görüşmeleri devam ederken başka hiçbir konu ve kanun görüşülemiyor. Bütçeden sonra da Meclis çalışmalarına belli bir süre ara verilecek. Meclis, ancak Ocak ayından itibaren normal yasama faaliyetine devam edebilecek. Dolayısıyla iktidar blokunun, seçim kanunlarında değişiklik yapma niyetinin ve hazırlığının olup olmadığını o zaman göreceğiz.