Gazetecilikte de siyasette de uçlarda gezen bir isim: Boris Johnson

Gazetecilikte de siyasette de uçlarda gezen bir isim: Boris Johnson

T24 Dış haberler | Derin Koçer

Britanya’nın başına ‘Brexit belasını’ açan eski Muhafazakâr Başbakan David Cameron, Parlemento’da yaptığı son konuşmada “Bir zamanlar gelecek bendim” demişti. Cameron’ın ardından partinin ve kabinenin başına geçen Başbakan Theresa May’in istifasıyla beraber Muhafazakârlar, bundan sonrası için ‘geleceğin kim olduğuna’ karar verdi. Boris Johnson Britanya'nın yeni başbakanı olacak. Fakat Cameron’ın ilerici bir ajandayla sahiplendiği ‘gelecek’ ile Johnson’ın vaat ettiği gelecek, birbirine pek benzemiyor. Bir tarafta Brexit kampanyası sırasında Avrupa Birliği’nde kalmak isteyenlerin liderliğine soyunan Cameron,  diğer tarafta ‘Çıkalım’ kampanyasının önde gelen yüzlerinden Johnson var. Üstelik ikisi de İngiliz burjuvazisinden çıkmış, okul arkadaşları…

Fakat gazetecilikte de siyasette de zirve yapmış, Britanya’nın en çok satan dergilerinden birini yönetmiş, başkent Londra’nın Belediye Başkanlığı koltuğunda oturmuş Johnson’ın ‘aslında kim olduğu’ sorusu, birçok kişi için net değil: LGBT bireylerin yanında duran, küreselci liberal mi; Müslümanları aşağılayan, sert milliyetçi bir muhafazakâr mı? İngiliz ‘yönetici sınıfı’nın bir mensubu mu; iddia ettiği gibi ‘müesses nizam’ın düşmanı mı?

‘Osmanlı torunu’

Aslında Johnson’ı Türkiye yakından tanıyor. Büyük dedesi, günlük dilimize yerleşmiş ‘İngiliz Kemal’den başkası değil. Ali Kemal, Osmanlı’nın son dönemlerinde bir süre Britanya’da yaşayıp bir İngiliz’den çocuk yapmış; ardından İstanbul’a dönüp üniversitelerde kadın-erkek eşitliğini savunmuş, liberal bir entelektüel. Damat Ferit yönetiminde kısa süreliğine bakanlık görevinde de bulunmuş Kemal’in, İngiliz mandasını savunduğu için Kurtuluş Savaşı sırasında bir çete tarafından öldürüldüğü biliniyor. Ali Kemal’in ve dolayısıyla Johnson’ın soyunun dayandığı Çankırı’nın Kalfat köyünün bir sakini, The National’a verdiği mülakatta, ‘Johnson ile gurur duyduklarını’ söylüyor.

Fakat Johnson’ın yüzlerinden biri olduğu ‘AB’den Çıkalım’ kampanyasında Türkiye aleyhtarı kara propaganda yapıldığı biliniyor. 2016’da gerçekleşen referandum öncesinde Johnson’ın liderliğini yaptığı kampanyada “Türkiye AB’ye giriyor; biz çıkmalıyız” şeklinde söylemler üretilmişti. Elbette bu argümanın herhangi bir doğruluk payı yoktu.

‘İmparatorluk Kralı’ olmak isteyen bir çocuk

Johnson, hırslarıyla tanınan, uzun süredir aklında siyasetin en yüksek makamı olduğu bilinen bir lider. Fakat o makamı hak edip etmediği ya da başarıyla başbakanlık yapıp yapamayacağı, epeyi tartışma götürüyor. Downing Caddesi 10 numaradaki Başbakanlık konutuna yerleşmek içi ne kadar istekli olduğunu sorgulayan kimse yok. Sonuçta ‘Boris’, daha çocukken “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye soranlara, “İmparatorluk Kralı” cevabını veriyormuş. Cameron ile berber Oxford’da okurlarken de her iki Muhafazakâr’ın da siyasi hırsları biliniyormuş.

Üniversitenin ardından gazetecilik yaparak kariyerine başlayan Johnson, o ilk yıllarında da iyi bir itibar sahibi değil. The Times için yazdığı bir haberde aslında yapmadığı bir söyleşiden alıntı kullandığı sebebiyle atılıyor. The Telegraph’ın Brüksel muhabirliğini yaptığı dönemde de iş arkadaşı Jean Quatremer de o yıllarda ‘Boris için tek önemli olan iyi, ses getirecek bir haberdi. Onu nasıl yaptığının önemi yoktu’ diyor ve Johnson’ın söylediği bir sözü aktarıyor: “Hiçbir hakikatin iyi bir hikayenin önüne geçmesine izin vermemek lazım…”

Zira Johnson’ın Brüksel muhabirliği döneminde ‘AB karşıtı safsatalar’ üretmeye başladığı, ‘Avrupa-kuşkucusu habercilik’ kavramını ortaya attığı biliniyor. “İngiltere’nin tek başına AB’nin ekonomik yükünü taşıdığı” gibi gerçekdışı söylemler, aradan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra Johnson’ın Brexit kampanyasının temelini oluşturdu. Bu bağlamda, Tony Blair’in Başbakanlık yaptığı ve AB liderliğine soyunduğu dönemde düzenlenen bir basın toplantısı sırasında Johnson’ın ‘soru sormak’ maksadıyla aldığı mikrofonu Avrupa karşıtı tirat atmak üzere kullanması, Blair’ın da Johnson’a hitaben “Sen aslında başbakan olmalısın” dediği gün, artık daha da büyük bir sembolik anlam taşıyor aslında.

Johnson’ın Muhafazakâr Parti liderliğini, dolayısıyla da başbakanlığı kazanma ihtimalinde de en büyük pay Avrupa karşıtlığında. O, yalnızca Brexit sürecinde ‘Çıkalım’ diyerek kampanya yürütmedi; referandumun ardından da “Sonuçları ne olursa olsun çıkmak zorundayız” diyerek şahin bir ‘Brexitçi’ olduğunu halka gösterdi. Geçtiğimiz haftalar boyunca da parti delegelerini kendine oy vermeye ikna etmek adında “ya çıkalım ya da ölelim” mesajını tekrarladı. Öte yandan rakibi, Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt ise Brexit’e karşı daha ılımlı bir bakış getirdi ve ülkenin olabildiğince hasar alacağı bir anlaşmaya ihtiyaç duyulduğunu tekrar etti. Ancak prestijli anket şirketi GovPoll’un bulgularına göre Muhafazakârlar, Johnson’ın durduğu noktaya daha yakınlar; partinin çoğunluğu “Partimiz ve hatta ülkemiz zarar alsa dahi AB’den çıkmak zorundayız” diyor.

Ancak Johnson’ın ‘Brexit fedaisi’ rolünün de ne kadar hakiki olduğu da tartışma konusu. Zira her Pazartesi köşe yazısı yazdığı The Telegraph gazetesine, referandumun ardından bir tanesi yayımlanmak üzere yolladığı iki yazıda iki olası referandum sonucuna (Çıkalım ya da Kalalım) göre de pozitif tavır aldığı ortaya çıkmıştı.

Hiçbir zaman dürüst değildi

Johnson’ın Telegraph’ın yıldız yazarlarından biri hâline geldiği dönemde gazeteyi yöneten Max Hastings’in geçtiğimiz günlerde Guardian’da çıkan yazısı, başbakanlık koltuğuna oturmak üzere olan Muhafazakar siyasetçinin geçmişini gözler önüne seriyor: Hastings, Johnson’la yakın çalıştığı döneme geri dönerek “Komşusuna bile doğruları söylemeyen bir adam, topluma karşı da dürüst olamaz” diyor.

Bu eleştiri, yalnızca Hastings tarafından dile getirilmiyor. Johnson’ın hakkaniyeti ve samimiyeti -her ne kadar kampanya yürütürken insanları kendine hayran bırakabilse de- uzun zamandır sorgulanıyor. Zira Johnson Britanya’nın en çok satan muhafazakâr çizgideki siyasi dergilerinden The Spectator’ın  başına geçtiği dönemde derginin sahiplerine ‘yalnızca yayıncılığa odaklanacağını’ söylemiş olsa da yayın yönetmenliğine henüz başlamışken Muhafazakâr Parti’den milletvekilliğine adaylığını koymuş, Meclis’e girmişti. Bunun da ötesine geçen Johnson, bir dönem hem Spectator’ı yönetme iddiasını elinden bırakmamış hem Telegraph’taki yazılarını sürdürmüş hem de ‘gölge bakanlık’ pozisyonuna getirilmişti.

Dolayısıyla Johnson, hiçbir zaman güvenilir bir figür olmadı; yalnızca kişisel hayatında değil, toplumsal alanda da yalanlar söylemekten geri durmadı. Telegraph’taki yazılarında Britanya ile AB ilişkilerine dair yanlış bilgiler verdi, işi ‘Britanya’nın muz ticareti yapmak için muzların düz yüzeylere sahip olması gerektiği’ne kadar vardırdı. ‘Çıkalım’ derken de AB’nin Britanya’ya yüklü miktarda geri ödeme yapacağını, ülke ekonomisinin eskisinden çok daha iyi olacağını söyledi. Gerçekle ilgisi olmayan, popülist söylemlerdi bunlar.

İki ayrı Boris: Küreselci bir liberal ya da Müslüman kadınları aşağılayan bir popülist

Johnson, hiçbir zaman sözüne güvenilir bir insan profili çizmedi. The Economist’in Politika Editörü Adrian Wooldridge’e göre iki farklı Johnson var: Bir tarafta, dünyaya açık olduğunu iddia eden, göçün pozitif etkilerinden bahseden, liberal ve sempatik bir siyasetçi; öte yandaysa Muhafazakârların popülist-aşırı milliyetçi kanadına liderlik etmeye çalışan bir diğer politik figür. Brexit’ten bu yana halkın önüne çıkan Johnson, hiç şüphesiz ki ikinci kategoride kendini gösteriyor. Zira Johnson, ‘göçmenlerin Britanya’ya yük olduğunu’ iddia etmekten geri durmuyor, burka giyen Müslüman kadınları ‘posta kutuları’na benzettiğini söylüyor. Aynı Johnson’ın birkaç yıl önce ise Cameron’ın liderliği sırasında -Cameron gibi- LGBT hakları gibi konularda ilerici ve liberal pozisyon aldığını hatırlayan pek kimse yok.

Wooldridge, Johnson’ın “inanılmaz bir kampanyacı” olduğunun da altını çiziyor elbette. Sonuçta çoğunluğu İşçi Partisi’ne oy veren Londra’da iki kez belediye başkanı seçilmiş, Brexit’te sözcülüğünü yaptığı ‘Çıkalım’ tarafı galip gelmiş bir siyasetçiyle Britanyalılar karşı karşıya. Fakat kendi siyasi çıkarları uğruna yalan söyleyen, birçok konuda iki yüzlülük yapmaktan çekinmeyen bu lideri Wooldridge “Tehlikeli” diye özetliyor: “Yalnızca alkışlanmak değil, herkes tarafından sevilmek isteyen, narsist biri… Dolayısıyla kazanmak için hakikati eğip bükebilir ama kazandıktan sonra mesele zor kararlar vermeye gelince başarısız olacaktır. Onun herhangi bir değere inancı olduğunu düşünmüyorum. Zor zamanlardaysa -ki Britanya öyle bir dönemden geçiyor- ülkeyi yönetenlerin belli değerlerden yola çıkmasını bekleriz.” Johnson’ın eski patronu Hastings de The Economist editörünü doğruluyor: “Her ne kadar muhteşem eğlenceli bir figür olsa da bu ulusu yönetemeyeceğini biliyorum. Çünkü yalnızca kendi şöhretini umursuyor.”

Bütün bunların ötesinde, Johnson’ın olduğunu iddia ettiği ‘müesses nizam karşıtı’ kişi olmadığı ise açık. Sonuçta Britanya’yı yönetmiş 19 başbakanın ve kimi kraliyet ailesi mensuplarının mezun olduğu Eton lisesinde okumuş; köklü ve zengin bir ailenin içine doğmuş; Oxford’da eğitim görüp ana akım gazetecilik ve siyasetin en üst mevkilerinde görev almış biri Boris Johnson: Eski iş arkadaşı Quatremer’in deyimiyle, müesses nizamın aksi olmadığı gibi, “Üst sınıf Britanyalı erkeklerin bütün kötü özelliklerinin temsilcisi”…

Churchill gibi olmak için Churchill’e hayran olmak yeter mi?

Blair’ın 10 yıllık iktidarının hemen tamamında İşçi Partisi eski liderinin sağ kolu gibi çalışan, eski parti sözcüsü ve iletişim ofisinin başı Alastair Campbell, “Kazananlar” kitabında liderlerin yıldızının en karanlık anlarda parladığını anlatıyor. Campbell, o ‘yıldızların’ kimi zaman hiç kimsenin tahmin edemeyeceği insanların arsından çıktığını da uzun uzun vurguluyor. Bu noktada verdiği örneklerden biri, uluslararası siyaset sahnesinin İkinci Dünya Savaşı’ndaki başarılı liderliği dolayısıyla sahiplendiği eski Britanya Başbakanı Winston Churchill – Johnson’ın da rol modeli…

Campbell’ın anlatımına göre Churchill, her ne kadar kariyerinin başında başarılı bir asker olarak öne çıkmış ve Meclis’e girmiş olsa da, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı Çanakkale’de aldığı yenilgi, yaşlandıkça huysuzlaşan ve kibirlenen siyasi kimliği, aslında onu tarihin unuttuğu bir siyasetçi hâline getirebilirdi. Siyasi hayatı boyunca birçok kez yanılmış, faşist İtalyan yönetimine -sadece komünizm karşıtı olduğu için- sempati beslemişti. Ancak Nazilere karşı takındığı tavır ve savaş süresince Meclis’te sergilediği liderlik, onu parlattı; kibri, huysuzluğu, savaş taraftarlığı arka plana atıldı.

Johnson’ın da amansız bir Churchill hayranı olduğu herkes tarafından biliniyor. Hatta Johnson, liderlik sırlarını aradığı bir Churchill biyografisi dahi yazdı. Siyasi anlamda ‘Churchill’in şansı’, Birinci Dünya Savaşı olmuştu. Johnson’ın önünde ise kendi kendine çözülmeyecek bir Brexit fiyaskosu var. Aslında adının Churchill gibi liderlerle mi anılacağını, yoksa ‘yalancı, savruk, boyundan büyük hırslarla zehirlenmiş bir siyasetçi’ olarak tarihte kayıp mı olacağını da Brexit gösterecek. Ancak ‘Çıkalım’ kampanyasını yönetmekle AB’den olabildiğince az hasar alarak çıkmak arasında dağlar kadar fark var. Bunu en iyi iki yıldan uzun süredir Birlik ile pazarlık eden kendi partisi biliyor. Brexit fedaisi olmak, parlamak için yeterli değil.