Müge Tuzcuoğlu: Hopa'daki komşularım, 'Kürtler ne istiyor' diye sormaya başladı

Müge Tuzcuoğlu: Hopa'daki komşularım, 'Kürtler ne istiyor' diye sormaya başladı

- Aram Ekin Duran

 

Hopalı genç bir kadın…

İdealist  bir antropolog…

Taş atan çocukların ablası…

Devleti yıkmaya çalışan bir terörist…

KCK davasından 7 aydır Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu bulunan, geçen haftaki duruşmada 9 kişi ile birlikte tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilen antropolog Müge Tuzcuoğlu’nu tarif etmek gerekse, hayatın muhtelif köşelerinden işte bu sözler dökülür muhtemelen…    

Yaklaşık 4 yıldır Diyarbakır’da yaşayan 29 yaşındaki bu genç kadın, yarın Ankara Üniversitesi’nin Başbakan Erdoğan’ın katılımı ile gerçekleştirilecek akademik açılış etkinliğine alternatif olarak düzenlenecek açılış töreninde, sosyolog İsmail Beşikçi ile birlikte konuşma yapacak. Peki kim bu Müge Tuzcuoğlu? Bu genç yaşında onu “Sarı Hoca”nın yamacına düşüren ne?

İşte bu soruların yanıtlarını bulma umuduyla Diyarbakır’a gittik ve son 7 ayını Diyarbakır Cezaevi’nde geçirmiş, herkes küfür ederken taş atan çocuklara aşık olmuş bu Kardenizli genç kadını daha yakından tanımak, tanıtmak istedik. Aşağıda onunla yapılmış ve bir bölümü bu akşam saat 19.10’da Skyturk360’ta yayınlanacak “Gündem ve Ekonomi” programında yayınlanacak röportajımızın tam metni var.  

Şöyle diyor Müge, kendisine tahliye getiren savunmasının bir bölümünde:

“Ben, silahların olduğu bir yere kalemimle geldim. Kalemimle, beynimle ve kalbimde geldim. Ne oldu geldim de? Üç yılın sonuna baktığımda ne değişti? Ne yaşandı? En güçlü çalışmam çocuklarla oldu. Diyarbakır'ın çocuklarıyla. Göçertilen, yoksullaşan, kaybeden ve hepsinin sonunda kazanan, kazanmayı öğrenen ve öğreten çocuklarla. Çok yazdım onlarla ilgili, o yüzden burada anlatmayacağım ve bu şekilde, onları bu salondan uzak tutacağım...”

Bize de onun kişisel yolculuğu vesilesiyle, bir kez daha taş atan çocukları düşünmek kalıyor.

Sahi, ne oldu o çocuklara?...

***

-Neden tutuklandın?

Neden tutuklandığımı politik bir cevabın dışında bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Her zaman yaptığımız çalışmalara yorduk. Tutuklanmayı gerektirecek, cezaevini gerektirecek hiçbir şey yapmadık. Çünkü burada yapılan bütün çalışmalar yoksulluk üzerine çalışmalardı. Burada yaşanan göçten, yoksulluğa, yoksunluğa kadar çok dinamik süreçler var. Onun yarattığı toplumsal tramva çalışmalarıydı. Yine kadınlarla yaptığımız çalışmalar vardı. Ve tabi ki çocuklar vardı. Yaşamımın birçok alanını kapsayan bir çalışmaydı. Yaptığımız çalışmaların hepsi antropolojik yöntemlerle alana inen çalışmalardı. O yüzden tutuklanmamızı gerektirecek bir şey yoktu diyorum. 8 Mart’ta böyle bir şey yaşandı, tutuklandım. Hala nedenini merak ediyorum. Belki çok sonra açığa çıkacak birşeydir. Ama kesinlike Siyaset Akademisi nedeniyle değildi. Yüzümüze iddianame okunurken, “ya bunda ne var, bu suç mu” deyip durduk.

-Taş atan çocuklar ile ilgili yazdığın “Ben Bir Taşım” adlı kitabın da bu süreçte gündeme geldi. Taş atan çocuklarla yolun nasıl kesişti?

4 yıla yakın bir zamandır. Diyarbakır’da yaşıyorum. Buraya Ankara’dan geldim ve gazetecilik yaparken de Antropoloji ile uğraşırken de işin kuramsal yanından çok sokakla ilgilendim. Sokağa çıktığın anda zaten o şehri olduğu gibi yaşıyorsun. Diyarbakır’da da sokağa çıktığım anda en fazla yoluma çıkan çocuklar oldu. Daha yöntemsel bir şekilde önce İnsan Hakları Vakfı ile bir çalışma başlattık. O da şuradan çıktı. TMK’daki yasa değişikliğinden önce, çocuklar cezaevindeyken çok fazla gündemdeydiler ve çıktıktan sonra bu ilgi bir anda kesildi. Oysa bu çocuklar asıl çıktıktan sonra daha fazla sorun olacaktı. Çünkü yaşamlarında aileyle ilgili, kendileriyle ilgili, eğitimleriyle ilgili sorunları devam ediyordu. Diyarbakır’da İnsan Hakları Vakfı, İHD ve Baro ile birlikte birçok kurum biraraya geldi. Ben de Sarmaşık Derneği üzerinden bu çalışmaya katıldım. Onlarla birlikte cezaevinden çıkan çocukların çıktıktan sonraki süreçlerini görmeye çalıştık. Bu çalışmaya başlayınca ne kadar doğru bir şey yaptığımızı farkettik. Kitap çalışması bundan öncesinde başlamıştı aslında. Çünkü kitabın içinde taş atanlar da vardı, taş atmayanlar da. Ya da taşı anlayanlar veya taş olmak isteyenler… Burada konuştuğum insanlarda o taş çok önemli ve değerli bir simge olmuştu. Sokakta, eylemlerde olan, sonrasında gözaltı ve cezaevi sürecini yaşayan çocuklarla yaşadığım süreç çok özel bir süreç oldu.

-Neler yaşadın o çocuklarla? Sen onların hayatında neredeydin?

Çok fazla şey paylaştık. Beraber yaşadık, beraber okula kayda gittik, kız arkadaşlarıyla beraber tanıştık… Özellikle cezaevi sürecinden sonra evlerde bir araya geldik. Onları cezaevi süreci sonrasında eğitime, işe yönlendirelim derken yaşamlarımız çok iç içe girdi. Sonra da benim yaşadığım cezaevi süreci çok farklı oldu. Çünkü çocukların kaldığı cezaevine gitmiştim. Kitapta bir çocuk köyünden zorunlu göçünü anlatmıştı. Bir arabaya bindirilip Diyarbakır’a getirilmişler. O zaman o araba yolculuğunun kendisini çok etkilediğini anlatmıştı. Tutuklanırken de emniyetin aracıyla cezaevine götürülürken, yine aynı duyguları yaşadığını anlatmıştı. Ben de cezaevine götürülürken bunları düşündüm. Onlardan dinlediğim şeyleri kendim yaşamaya başladım aslında.

-Sen Hopalı, Karadenizli genç bir bilim kadınısın. Sana Ankara’daki çevren, Hopa’daki ailen, akrabaların “Kızım ne işin var oralarda” diye sordular mı? Nasıl tepkiler aldın çevrenden?

Tabiki böyle tepkiler aldım. Aynı tepkileri Diyarbakır’da da aldım, bana “ne işin var burada” diye sordular. Bu durum , öğretilmişliklerle alakalı bir şey. Ben İstanbul’a ya da Antalya’ya çalışmaya gitmiş olsaydım böyle bir şey olmayacaktı. Ya da bir alan çalışması için Diyarbakır’a gelip gitsem böyle bir şey olmayacaktı. Ya da evlenip gelsem böyle bir şey olmayacaktı. Zaten en çok da bunu söylüyorlardı. Çünkü burası farklı bir yerdi. Olması gereken bir yerdi. Bu tepkilerle çok fazla karşılaştım ama bu süreç evrildi. Şuna evrildi: Ben ne zaman Hopa’ya gitsem oradaki komşular, çevredekiler şunu sormaya başladı: Bu Kürtler ne istiyor, Diyarbakır’da nasıl yaşıyorsun, oradaki insanlar nasıl yaşıyor, aile ilişkileri nasıl?.. Çünkü o kadar uzaklaştırılmışız ki birbirimizden, o kadar yabancılaştırılmışız ki Diyarbakır’ı bilmiyoruz ama bir yandan da merak ediyoruz. Bu açıdan benim burada yaşadıklarım olumlu bir etki yaptı.

-Gelelim cezaevi günlerine.. İçeride neler yaşadın?

İlk başlarda tutukluluk sürecimi itiraf edeyim daha romantik yaşıyordum. Hani Uçurtmayı Vurmasınlar filmindeki gibi…Bak ben de işte şimdi buradayım diyordum. Öyle bir hava vardı içeride. Belki dik durmaya çalışmakla ilgili bir şey. Sonrasında mekansal olarak çok rahatsız oldum demeyeyim. Çünkü dışarıda da çok özel yaşamı olan bir hayatım yoktu. O anlamda çok bir şey kaybetmedim. Ama dışarıdayken, “cezaevine girsem herhalde ölürüm” diyordum. Belki öncesinde bir evde bir gün bile kapalı kalamazdım. Ama 7 ay hapishanede kaldım. Kitabımdaki çocuklardan biri “cezaevinde kazandıklarım kaybettiklerimden çok daha fazla oldu” demişti. Bu benim için bir hayat dersi oldu.

-Taş atan çocuklar tahliye kararının çıktığı duruşmada, mahkeme salonundaydılar. Tahliye sonrasında yine biraraya geldiniz. Neler yaşadınız?

Ben bu kadar güçlü bir bağ kurduğumuzu bilmiyordum. Tamam, çok özel şeyler paylaştık, çok güzel şeyler yarattık. Ama cezaevinin kapısında beklemeleri beni çok onore etti. Çok fazla mutlu etti. Kapıdan çıkınca sadece yürümek istiyordum. Oorada yanımda olanların hepsi beni ayakta tutan insanlardı, çoğu da çocuktu.

-Bu yüzden mi savunmanda mahkeme başkanına “artık çocuklarıma dönmek istiyorum” diye seslendin?

Aynen…Yani görüşçülerimden biri de çalıştığımız gençlerden biriydi. Kurduğumuz ilişkinin sekteye uğramasını istemedim. Ben içerideyken ne yaptılar, kız arakadaşından ayrıldı mı, üniversite sınavında ne yaptılar?.. Onların çok fazla yanında olmak istediğim bir süreçti.

-Sen bir bilim insanı olarak tutuklandıktan sonra, entelektüel dünyada senin için bir çok isim açıklama yaptı. Kürtlerle ilgili çalışmalarından dolayı 17 yıl hapis yatan sosyolog İsmail Beşikçi, Hrant Dink Ödülü’nü alırken senden bahsetti, yine üniversitedeki hocan Neşe Özgen sana “kızım, yoldaşım, öğrencim” diye hitap ettiği bir mektup kaleme aldı. Bu tür tepkiler almayı, tabir-i caiz ise bu kadar popüler olmayı bekliyor muydun?

Beklemiyordum da istemiyordum da… Yani o sürecin en ağır şeyi buydu. Bir yük yükledi bir yandan.. 7 ay önce ben çırpınan bir insandım, bir kadındım. Kimi için arkadaş, kimi için ablaydım. Ama bu süreç bana bir kimlik yükledi.  Tutuklanmamız bizim ortaya koyduğumuz çalışmalara yönelikti. Bunda hepimizin emeği vardı. Dolayısıyla biz değil, çalışmalarımız tutuklandı. Dışarıya sürekli benim değil, yaptığımız çalışmaların dillendirilmesi gerektiğini söyledim. Yoksa Müge Tuzcuoğlu ile ilgili bir durum değil bu. Herşeye rağmen bu desteği cezaevinde yaşamak, bir mektup almak çok çok değerli bir şey. Bunlar anlatılamayacak kadar değerli şeyler.

-Sen şu anda tutuksuz yargılanıyorsun. Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?

Kafamda çok fazla şey var. Tez hocam Neşe Hoca’ya ben de bir mektup yazmıştım. Çıktığım zaman neler yapmak istediğimi ona yazdım. Bundan sonra yapmak istediklerimi hayata geçirmek için o Karadenizli aceleciliği ile yapmaya çalışacağım. Önüme koyduğum, yarım kalan birçok çalışma var.

-Nelerle ilgili bu çalışmalar?

Yoksullukla ilgili yine… Alandaki çalışmalarımızı biraz daha biriktirip, yazıya dökmek istiyorum. Onun dışında bir senaryo çalışmamız var. İçeride buna yoğunlaşmak için fırsatım oldu. Burayı anlatacak bir şey… Yaptığımız şeyleri insanlara anlatmak istiyorum. Oyüzden bir film fikri vardı her zaman. Ayrıca birlikte çalıştığım kurumlarla yaptığımız dağınık ve yarım kalmış bazı çalışmalarımızı derleyip toplamak gerekiyor.

-Dışarı çıkmanın şaşkınlığını yaşıyor musun hala?

Evet… İster istemez sürüyor bu şaşkınlık. 7 ay çok çok hızlı geçti. Bazen gerçekten ben ne yapıyorum diye düşünüyordum. Hala bir rüya hissi var içimde.

-Hopa’ya ne zaman gideceksin?

Önümüzdeki hafta muhtemelen orada olacağım.

-Senin hikayen Behice Boran’ın, İsmail Beşikçi’nin veya Büşra Ersanlı’nın hikayeleri ile birçok benzerlik barındırıyor. Kendini bu ekolün bir parçası olarak görüyor musun?

O hocaların ismini zikrederken bile biz böyle biraz daha dik otururduk. O yüzden çok onur verici bir şey. Ben hiçbir zaman kendimi böyle bir pozisyona oturtmadım. Ne yaşam şartları anlamında, ne bir işe başlarken kesinlikle böyle düşünmedim. Bu röportajı yapmak bile ağır geliyor bana. Ama beni tetikleyen bir anlatma kaygısı var. Görüp yaşadıklarımı anlatmak istiyorum. Yoksa bu ekolle kendimi bağdaştırmaktan öte daha çok anlatma kaygısı. Bu işi nasıl sonuçlanacak bilmiyorum ama bu kaygıyla devam edeceğimi biliyorum.

-Diyarbakır’da çalışmaya devam edecek misin?

Diyarbakır için çalışmaya devam edeceğim. Bu Diyarbakır’da olacak bir süre daha. Ondan sonrasını bilmiyorum.