Radikal yazarı Prof. Tayfun Atay, yayınlanacak son bölümüyle ekranlara veda edecek Muhteşem Yüzyıl dizisi için “Tarihin kuytu köşelerinde kalmış elim hadiselerinin bir popüler kültür ürününde canlandırılmasının halk nezdindeki karşılığını zamanla çok daha iyi anlayacağımızı tahmin ediyorum” dedi.
Tayfun Atay’ın Radikal’de “Muhteşem Yüzyıl, bitime bir kala: Büyüsü bozulan tarih” başlığıyla yayımlanan (10 Haziran 2014) yazısı şöyle:
İlk kez sevgili hocam Prof. Bozkurt Güvenç’in ‘İnsan ve Kültür’ adlı kitabında karşıma çıktığını hatırladığım meşhur bir söz var: “Bir resim bin kelimeye bedeldir”. Hoca, yazdığı sosyal antropolojiye giriş kitabının ürkütücü hacmi karşısında okurlarını/öğrencilerini kaçırmama, bazı karmaşık konuları basitleştirme, onları daha anlaşılır ve unutulmaz kılma yolunda bol bol görsel (resimler, fotoğraflar, şekiller, grafikler, haritalar, vd.) malzeme kullanmıştır.
Görselin gücü müthiştir. Sayfalarca paragrafla, binlerce cümleyle, yüzbinlerce kelimeyle anlatamadığınız, anlatsanız bile önemini fark ettiremediğiniz konular, resimle, fotoğrafla öyle hale gelir ki ne demek istediğiniz en berrak ve çarpıcı şekilde ortaya çıkar.
Hele ki bir resmi saniyede 25 kez, üstelik hareket, renk ve ses de kazanmış olarak sunuyorsanız!..
O zaman Osmanlı tarihinin (bir imparatorluk olarak sadece Osmanlı’ya özgü de olmayan) en dehşetli hadisesi olan taht kavgaları, padişah-şehzade boğuşmaları ve kardeş boğazlaşmaları bugüne kadar kitapların tozlu ve sararmış yapraklarında unutulmuşluğundan, daha doğrusu örtbas edilmişliğinden sıyrılıp en rahatsız edici şekilde 21’inci yüzyıl Türkiye’sinin gözleri önünde faş olur.
‘Muhteşem Yüzyıl’da ve ‘Muhteşem Yüzyıl’la yapılan budur.
Türkiye’de özellikle ilk ve orta öğretimde resmî tarihçilik esasen hamaset ve güzelleme üzerine kurulu, alabildiğine duygusal bir ‘etnosantrizm’ (bizmerkezcilik) doğrultusunda şekillendirilip sunuldu. Ben 1970’lerde geçtim o sınıflardan… Bol bol Osmanlı okuduk, öğrendik, ezberledik. ‘Cülus’ yolunda dökülen baba, oğul, kardeş kanlarının hiç anlatıldığını hatırlamıyorum. Rahmetli Babam, İsmail Hami Danişmend’in ‘İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’ni fasikül-fasikül bayilerden toplayıp sonra da ciltletip önüme koydu da ona şöyle bir göz attığımda öğrendim Osmanlı’yı… Osmanlı’yı doğru değerlendirmeyi…
Türkiye’de toplumun büyük çoğunluğunun gündeminde hiç olmadı Osmanlı’nın bu yönü. Konunun erbabı tarihçilerce bilindi, konuşuldu tartışıldı. Bir de okumuş-yazmış kesimlerce zaman zaman tarih üzerine tartışmalarda mesele edilen bir nokta oldu. Onun ötesinde popüler katmanlarda geçerli olan, ‘Fatih-Yavuz-Kanuni’ üçlemesi, ‘İstanbul’un Fethi’, ‘karadan Haliç’e indirilen gemiler’, ‘Ulubatlı Hasan’, ‘Mehter’ ve ‘Viyana Kapıları’ oldu. Toplumsal birlik, beraberlik, dayanışma ruhunu canlı tutmak için işlerliğe sokulan bu etnosantrizmin kaçınılmaz sonucu, insanların gözünde, zihninde, muhayyilesinde oluşmuş, ‘sütten çıkmış ak kaşık’ bir Osmanlı güzellemesiydi.
Hepimiz böylesi büyüleyici bir Osmanlı anlatısıyla büyüdük.
‘Muhteşem Yüzyıl’ bu açıdan da bir ‘büyü bozumu’dur.
Pargalı İbrahim Paşa’nın da, Şehzade Mustafa’nın da (hem de babası Süleyman’ın yamacında) boğduruluşunun, ‘eski defterler’in en kuytu köşelerinde kalmış bu elim hadiselerin bir popüler kültür ürününde canlandırılmasının halk nezdinde karşılığının ne olacağını şimdi değilse zamanla çok daha iyi anlayacağımızı tahmin ediyorum.
Hele ki ‘bitime iki kala’ izlediğimiz bölümde Şehzade Bayezid’in (Aras Bulut İynemli) dört oğlu ile birlikte abisi Selim (Engin Öztürk), nam-ı diğer ‘Sarı’, daha doğrusu ‘Sarhoş’ Selim tarafından (‘Sarı’ olduğunu okulda tarih kitabında, ‘Sarhoş’ lâkabını ise merhum Danişmend’in ‘Kronoloji’sinden öğrenmiştim!) boğdurulmaları, tarihimize ilişkin popüler algıda çok daha ciddi sarsılmalara yol açacaktır kanaatindeyim. Senaryo, çekim, oyunculuk açısından dört dörtlük, dolayısıyla kolay kolay unutulması mümkün olmayan bir sahne izledik.
‘Muhteşem Yüzyıl’ın esas itibarıyla ölçülü/dozunda bir muhafazakâr örüntüye sahip olduğuna epeydir temas ediyoruz. Dizi, bir Osmanlı karşıtlığına da gitmedi, sorgulamasına da yeltenmedi. Yukarıda mevzubahis ettiğimiz ‘kardeşkıyım’ sahnesinde bile Osmanlı’ya yönelik genel bir reddiyeye gitmekten titizlikle kaçınıldı.
Ama ‘Muhteşem Yüzyıl’ gerektiği yerde fantastik, gerektiği yerde de gerçekçi olmasını bilen bir dizi nitelemesini hak edercesine Osmanlı’nın ‘yumuşak karnı’ denilebilecek noktalardan birine neşter atmaktan da kaçınmadı. Kanımca hamasî tarihçiliğe toplum nezdinde bundan daha güçlü bir darbe indiren olmadı şimdiye kadar…
Bu bakımdan ‘Muhteşem Yüzyıl’ın gayet radikal bir pozisyon aldığını, onun o genel muhafazakârlık örüntüsünün yanına eklemek de boynumuzun borcu. Dizi, eski defterleri milletin gözü önünde fena açmıştır!..
Ve tarih, artık eskisi gibi olmayacaktır.