Mülteci sorununa duyarlılıkta sinemanın rolü ne?

Mülteci sorununa duyarlılıkta sinemanın rolü ne?

Dünyanın dikkati Suriyeli mülteciler krizi üzerinde yoğunlaştı. Film yapımcıları bu krizden etkilenenleri istatistikten öte insan olarak görmemizi sağlayabilir mi?

Tamer İsmail 14 yaşında üçüncü kuşak bir mülteci. Suriye’de yaşayan Filistinli bir ailenin çocuğu. Avusturya’da iltica ediyor. Ailesi onu tek başına Avrupa’ya göndermek için elinden geleni yaptı.

Aralık ayında Dubai Uluslararası Film Festivali’nde gösterilen The Purple Field (Mor Tarla) adlı filmde Tamer AB kapısında bekleyişini şöyle anlatıyor: “Sanki mahşer günüydü. Suriyeliler, Filistinliler, Iraklılar, Afganlar, İranlılar… Hiçbirimiz ne olacağını bilmiyor ve korkuyorduk.”

BBC Türkçe’de Emma Jones’in makelesinde mülteci sorununa duyarlılıkta sinemanın rolü üzerine şöyle dendi:

Ailesi Lübnan’a göçmüş olan Filistinli Nasri Hajjaj’ın yönettiği filmi, mültecilere yardım etmek isteyen Avusturyalılar finanse etmiş. Ortadoğu’dan Avrupa’ya göçen binlerce insanın kendi ağzından deneyimlerini filme aktarmasını sağlayan ilk girişimlerden biri bu.

 

Mülteci hikayeleri

 

Suriye’de Bir Aşk Hikayesi adlı belgesel filmiyle Dubai’de ödül alan İngiliz yönetmen Sean McAllister, sorunu “acıyı kişiselleştirme, bu acıyı bir insanın yaşadığını anlatmayı becerme sorunu” olarak görüyor. Kendi filminde Raghda ve Amer adlı bir çifti konu almış, iç savaş öncesinde Suriye’de cezaevinde tanışan ve çok sayıda zorluklara göğüs geren çiftin, Fransa’da mülteci yaşamın getirdiği sorunlar nedeniyle ilişkilerinin sona ermesine tanık olmuştu.

“Belgesele başladığımda Suriye kimsenin umurunda değildi” diyen McAllister, şöyle devam ediyor: “Deniz kıyısına vurmuş o küçük çocuk cesedinin fotoğrafı medyada gösterilinceye kadar. Yönetmenin işi de işte bu: Seyircinin aklında kalacak bir görüntü bulmak”

Tamil dilinde yapılmış Dheepan adlı film ile bu yıl Cannes’da Altın Palmiye ödülü alan ünlü yönetmen Jacques Audiard “Toplumda ‘öteki’nin yalnızlığı ve çaresizliği” sorunu olarak tarif ettiği sorunu ele alıyor. Audiard, mültecinin tecrit sorununu anlamak için filmi anlamadığı bir dilde yaptığını söylüyor.

Diğer yönetmenler ise daha radikal yöntemlere başvuruyor, mültecilerden hikayelerini dökümanter olarak değil, uzun film olarak kendilerinin anlatmasını istiyordu. AB tarafından verilen Lux ödülüne aday filmlerden biri de Jonas Carpignano’nun bir genç erkeğin Kuzey Afrika’dan İtalya’ya bağlı Lampeduds adasına yaptığı yolculuğu anlatan filmiydi. Mediterranea adlı filmi için Carpignano "Yaşamlarının önemli bir anında bir insanla biraz zaman geçirirseniz onu daha iyi anlar, daha az yargılarsınız" diyor.

 

Yolculuklar

 

İsrailli yönetmen Noam Kaplan ise Manpower (İnsan Gücü) adlı kurgu filmde, İsrail polisinin ülkeye giren Afrikalı mültecileri kovmak için başvurduğu yöntemleri anlatıyor. Kaplan bu filmiyle, İsrailli yetkililerin Yahudi olmayan mültecilere karşı sergilediği ırkçılığı anlatmayı amaçladığını belirtiyor.

Fakat göçmenlerden bir ulus oluşturan ABD’de kendi göçmenlik tarihinden başka bu soruna eğilme belirtisi görülmüyor. Oysa bu ülkenin film sektörü mültecilere dayanıyordu. Film tarihçisi Tony Thomas “Hollywood’a en çok faydası dokunmuş kişi Adolf Hitler’dir” diyordu. Billy Wilder, Fred Zinnemann, Henry Koster gibi birçok yönetmen Nazilerin baskısından Los Angeles’a gelip sinemacılıkta kariyer yapmıştı. Macar göçmeni ünlü yönetmen Michael Curtiz’in Kazablanka filmi, İkinci Dünya Savaşı’nda Fas’tan insan kaçırma girişimleri olduğu dönemlerde çekilmişti.

O günden bu yana Kazablanka’yı aşacak düzeyde film pek görülmedi. Yasak Bölge 9 (District 9) ve Son Umut (Children of Men) filmleri ABD dışında doğmuş yönetmenler tarafından çekildiği gibi, bilim kurgu rahatlığıyla yabancı ve mülteci sorununu ele alıyordu.

2002’de İngiliz yönetmenler bu konuyu ele alan iki film Bu Dünyada (In This World) ve Kirli Tatlı Şeyler (Dirty Pretty Things) fazla izleyici bulmadı. 2009’da Fransa’nın Calais şehrinden İngiltere’ye gelmeye çalışan bir mülteciyi anlatan Fransız Welcome filmi de pek etki yaratmadı.

 

Empati kurmak

 

İsveçli yönetmen Magnus Gertten “Kendi deneyimlerimiz dışındaki bir durumla bağlantı kurmanın zorluğunu neden şaşırtıcı buluyoruz ki?” diye soruyor. Gertten, Every Face Has A Name (Her Yüzün Bir Adı Var) adlı belgesel filmde 1946’da İsveç’in Malmö kentine gelen mültecileri gösteren eski filmlerden yararlanmıştı. Bu insanların çoğu toplama kamplarından kurtarılmış ve savaş sonrası İsveç’te işgücü açığını kapatmak üzere ülkeye getirilmişti.

Gertten filmle ilgili olarak şunları söylüyor:

“Paris’teki korkunç cinayetleri Beyrut’ta yaşananlardan daha fazla önemsemekle eleştiriliyoruz. Ama çoğumuz açısından bağlantı kurma sorunu var. Batılı birçok insan Beyrut’a değil ama Paris’e gitmiştir. Empati kurmak için anlamak gerekir. İşte bu nedenle eskiden gelmiş bütün bu insanların adlarını ve hikayelerini öğrenmem gerektiğini düşündüm. Aksi halde bir isimsizler denizinde yüzüyor olacağız.”

28 yaşındaki yönetmen Isobel Mascarenhas-Whitman Rats That Eat Men (İnsan Yiyen Sıçanlar) adlı kısa filmini sosyal medyada paylaştı. Göçmenlerle yaşamış ve çalışmış olan Whitman, kendi kuşağından insanların iletişiminin çoğunlukla Facebook üzerinden yürüdüğünü ve Londra’da mülteci olmanın zorlukları konusunda hiçbir fikirleri olmadığını, bunun için filmi sosyal medyada paylaştığını ifade ediyor.

Oscar’a aday olan tek film ise en iyi yabancı film kategorisinde Bulgaristan’dan gelen Judgment (Hüküm) filmiydi ve o da Suriyeli mültecileri kaçıran şebekenin perspektifinden olayları anlatıyordu.

Fakat Jonas Carpignano görsel araçların da yakında doyum noktasına ulaşmasından ve mültecilerin sorunlarını ve acılarını gösteren görüntü bombardımanı nedeniyle insanların konuya duyarsızlaşmasından endişe duyuyor ve yönetmenler olarak duyarlılığı koruma yollarını bulmak gerektiğini belirtiyor.