Murat Belge: Plebisiter diktatörlük

Murat Belge: Plebisiter diktatörlük

Murat Belge

Taraf (6 Ocak 2015)

İslâm’ın iki büyük kolu, ta başlardan beri, Sünnî ve Şiî mezhepleri ama bu iki büyük kolun da kendi kolları var. Sünnî Müslümanlık içinde dört fıkıh (hukuk –şeriatın nasıl uygulanacağı) okulu bulunur: Hanefî, Malikî, Hanbelî, Şafiî. Biz Türkiye yurttaşları Sünnî olarak doğduğumuz gibi, Sünnîlik içinde de –gene doğuştan—Hanefî’yizdir. (Kürtler’de Şafiî’lik yaygındır diye kalmış aklımda). Bilinen şeyler bunlar ama gene de bir “temrin”de bulunalım.

Hanefîlik zaten en yaygın olanı. Sekizinci yüzyılda, Iraklı Ebu Hanife’nin oluşturduğu bir formülasyondur.

İslêm dini ve onunla birlikte İslâmî siyasetin yayılım alanı hızla büyümüştü. Bu büyüme, çeşitli hukukî sorunlara yol açıyordu. Ebu Hanife’nin temel tavrı, yönetimin, sorunlara verilecek cevabı geçmiş örneklerde aramaktan çok, temel kuralların oluşturduğu çerçeve içinde yeni (ve geleceğe açık) çözümler üretmekten yana olmuştu. Çağdaşı olan ve Malikî fıkhını kuran Malik bin Enes’te vurgu daha çok hadisteydi örneğin.

Dolayısıyla Ebu Hanife’nin yaklaşımı devlete ve yöneticilere şeriatın yanısıra yeni bir hukuk (yasal düzen vb.) meydana getirme imkânı tanıyordu. Hulefa-i Raşidin sonrasında Emevîler, Abbasî gibi hanedanlarla geniş topraklara yayılmış imparatorluklar kuran İslâmiyet içinde Ebu Hanife bu nedenle tercih edildi; onun için de en yaygın fıkıh okulu oldu.

Böyle bir girizgâhla söze girerken, bunlarla günümüzdeki durum arasında bir bağlantı kurmayı düşünüyorum.

Hanefî kolunun yöneticiye (“Halife”, “Sultan”, “Şah”, her neyse) sunduğu serbestiyetin benzerini Tayyip Erdoğan kendisi için istiyor –bunu söylemeye çalışıyorum.

Şimdi Cumhurbaşkanı olduğu bu toplumun Cumhuriyet olalı beri kurduğu, yapıp bozarak biçimlendirdiği bir hukuku var. Bu hukuku savunanlar olduğu gibi, eleştirenler, yanlış bulanlar da eksik değil. Bu eleştirenler birkaç kola ayrılıyor: kimisi yeterince demokratik bulmadığı için, kimisi de yeterince “İslâmî” bulmadığı için. Tayyip Erdoğan herhalde bu ikinci küme içinde yer alıyor.

İslâm siyasî düşüncesi –ve Hanefîlik– “yönetici”nin önünü böyle açarken, herhangi bir “durdurucu” tedbir düşünmemiş değillerdir. Örneğin, “icma” diye bir kurum da vardır bu sistemin içinde, “meşveret” de vardır.

Erdoğan bunlara “seçim”i de eklemiş, ama başka ayakbağı istemiyor. “Müşavir”lerini bulmuş, “icma” gerekse kimi “cem” edeceği belli, bunlar çalışıyor zaten. Yani şu “Kuvvetler Ayrılığı” diye dillerine doladıkları şeyin İslâm esaslarına uygun olanı zaten kurulmuş, bir uçta “Danışmanlar”, öbür uçta “fetva” veren “ulemâ”, herkes işinin başında.

Ebu Hanife’lerden falan girince lafa, öyle gerçekten sekizinci, dokuzuncu yüzyıla dönüş yaptığımızı düşündüğüm yok. Üstüne konuştuğumuz konu, son analizde, modern dünyaya ilişkin bir konu. Ama Tayyip Erdoğan ve yanındakiler referanslarını bir dinî ideolojiden alan bir siyasetin başında bulunan bir ekip. Dolayısıyla onların kendi eylemlerini, yaptıklarını, yapmak istediklerini bu referans çerçevesi içinde anlamlandırmaları ve açıklamaları gerekiyor. “Ben böyle istiyorum,” demek bu bağlamda yeterli değil.

Böyle bir “icma”, “meşveret”, “fıkıh” söylemini işin içine sokmak –eğer öyle bir şey yapıyorsa– bunu “Ben böyle istiyorum”dan başka bir yere getirip koymuyor aslında. Olan bu: bir iradenin önünde engel gibi gördüğü şeyleri tasfiye etme çabası. Ama “ideoloji- yoğun” siyaset yapınca, bunu yapanın hem kendine, hem de yandaşlarına, niçin böyle olduğunu açıklayacak, haklı gösterecek ideolojik argümanları olmalı.

Bin küsur yıl öncesinin bağlamında, o çağların koşullarında, Ebu Hanife, başkaları, akla yakın formüller ürettiler, önerdiler. Onlara söylenecek bir şey yok.

Ama bugün bu tür “telakki”lerle siyaset yapmanın adı “plebisiter diktatörlük”. Buna söylenecek çok şey var.