Murat Belge yazdı: Osmanlı Ramazan'ı nasıl yaşardı, meyhaneler ne yapardı?

Murat Belge yazdı: Osmanlı Ramazan'ı nasıl yaşardı, meyhaneler ne yapardı?

"Eski ve yeni Ramazan" kıyaslaması yapan Murat Belge, "Toplumdaki görece dindarlaşma gidişatının arazlarından dolayı 'Ramazan geleneğine dönüş' de aslında gelenekte olmadığı kadar dini oldu" dedi. "Osmanlı'da Ramazanlar'ın daha hoşgörülü olduğunu" söyleyen Belge, "Bu yıllarda Ramazan gelince meyhaneler geçici olarak kapanır, yıllık onarım, temizlik vb. işlerine bakarlarmış. Ama Ramazan’ın bitimine doğru uskumru dolması pişirir, gediklilerinin evlerine armağan gönderirlermiş; bunun adına da 'unutma beni dolması' denirmiş" ifadesini kullandı.

Belge, Cumhuriyet’in Ramazan sayfası için bir yazı kaleme aldı. Belge’nin "Tarihten güncelliğe Ramazan” başlığıyla yayımlanan (2 Temmuz 2015) yazısı şöyle:

Toplumdaki görece dindarlaşma gidişatının arazlarından dolayı “Ramazan geleneğine dönüş” de aslında gelenekte olmadığı kadar dinî oldu.

Ay takvimi döndü dolaştı ve bizi “en uzun” Ramazan günlerine getirdi. Geçen yıl böyleydi, bu yıl böyle, önümüzdeki yılda da oruç tutan Müslümanlar daha ciddi bir direnç sınavından geçecek. “Önümüzdeki yıl” dedim ama, daha birkaç yıl iftar vakti geç. Dünyanın daha kuzeyinde bununla başa çıkması iyice zorlaştığı için, Mekke’deki iftar vaktini temel alıyorlarmış diye duydum.

“Oruç”... Gündoğumundan günbatımına bir şey yemiyor, bir şey içmiyorsun; yemekten, içmekten “imtina ediyor”sun. Kendini bundan -belirli bir süreyle- yoksun kılıyorsun. Yukarıda söylediğim gibi bir “sınav” bu: “nefsine hâkimiyet”.

İnsan zihninde binlerce yıl gerilere giden kalıplar vardır: Genel olarak, kendini bir şeyden yoksun kılıyorsan, bu bir şekilde telafi edilecektir; yani bir ödülü olacaktır. Ortodoks Müslümanlık bu ödülü ahrete havale eder. İslâm’da bu anlayış yaygındır aslında: Bu geçici âlemde kendini tut, kendini kanıtla, ahrette bunların en iyisi var. Şarap içme ki, cennette kevsere hak kazanasın (bunlar tabii Volkislam’ın yorumları). “Taaddüd-ü zevcat” olduğuna göre burada sınırlama zaten biraz daha gevşek görünüyor; gene de sık dişini, sonunda huriler var!..

Ödüller her ne kadar ahrete “ertelenmiş” olsa da, gene insan zihni biraz sabırsızdır. Salı günü bir iyilik ederse çarşambaya, perşembeye bir karşılık bekler. Atalarımız da “oruç” kurumuna ve Ramazan’a biraz böyle bakmışlardır. Çünkü otuz günün aç geçirileceği bu aya “on bir ayın sultanı” demişler ve sahiden öyle olması için birçok tedbir almışlardır. Başta zengin mi zengin iftar sofraları, Ramazan’da oruç biter, keyif ve eğlence başlar. Bu, daha çok “Türkiye’ye özgü” diyebileceğim Volkislam’ın biçimlendirdiği bir gelenektir.

Osmanlı ramazanları

Osmanlı geçmişimizde ölçüleri din koyuyordu. Ama çeşitli süslemeleri ekleyen, daha “seküler” denebilecek bir “muhayyile”ydi. Oruç bir “ibadet”, son kertede. Temelde yer alan o “ibadet”in çevresinde, öteki zamanlarda olmayan ya da o kadar yoğun olmayan bir “dünyevi” düzen kurulmuş. Yani orucunu tuttuktan sonra gidip saz ya da kanto dinlemen, tiyatro seyretmen vb. gerekmiyor. Ama bütün bunlar oluyor. Doğu ile Batı’nın kültürel öğelerinin birbirine karıştığı 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarının Ramazan’ları bu nedenle özellikle ilginç. Kent hayatının parçası olarak kamusal eğlence başlamış.

Bu yıllarda Ramazan gelince meyhaneler geçici olarak kapanır, yıllık onarım, temizlik vb. işlerine bakarlarmış. Ama Ramazan’ın bitimine doğru uskumru dolması pişirir, gediklilerinin evlerine armağan gönderirlermiş; bunun adına da “unutma beni dolması” denirmiş.

Şimdi, bu “Ramazan armağanı”nı alan gedikli müşterinin adı herhalde Yorgo ya da Karabet değildi.

Bu da, Türk Volkislam’ına özgü bir şeydir; bütün yıl rakısını içer, Ramazan’da rakıyı kesip oruca başlar ve içtenlikle, cennette bir yer edinmek için yeterli çabayı gösterdiğine inanır. Bir “Ortodoks Müslüman”ı sinir edecek bir davranış biçimi olabilir, ama bence çok sevimli, çok şirin.

Eski ramazanların keşfi

Türkiye Cumhuriyeti’nin genel olarak gelenekle arası hoş değildi, çünkü çeşitli nedenlerle Osmanlı geçmişinden uzaklaşmanın iyi olacağına inanılmıştı. Bu, İstanbul Ramazan’larını da sekteye uğrattı.

Sonra, ellilerde, Nedim Erağan gibi başarılı radyocular “Eski Ramazan”lar fikrini keşfettiler. Ramazan boyunca eski Direklerarası’nı canlandıran programlar yayımlandı. O zamanlar hâlâ kantoları hatırlayanlar vardı, kantoların taş plakları bile hâlâ bulunabiliyordu.

Bu programda Ergun Köknar ve Müjdat Gezen gibi tiyatrocular Ermeni oyuncuları taklit ederek “tragedya”lar, Ayyar Hamza’lar, Musahipzade’den komedyalar oynadılar.

“Gelenek fukarası” toplumda bunlar yankı yaptı. Ama bitmiş, kapanmış dönemlerin çeşitli ürünleri (bu bir müzik tarzı da olabilir, bir mobilya tarzı, hattâ bir selâmlaşma üslûbu ya da giyim özelliği) kendine özgü birtakım mekanizmaların çalışması sonucu bir canlanır, sonra gene unutulur, yerini bir başkasına bırakır.

Daha dünyevi düzeyde iftar yemekleri var. “Bu dünyada ben de varım” deme ihtiyacını duyan bireyler ya da kolektifler ya da kurumlar, en azından bir “iftar daveti” yapıyor. Falanca Bey’in oruç tutup tutmadığı belli değil ama iftar davetine icabet edeceği kesin.

İçkili lokanta iftarları

Bu “iftar”ların bazıları, neden bilmiyorum, ama normal ahvalde içki servisi veren yerlerde yapılıyor. Bu da toplumdaki görece dindarlaşma gidişatının arazlarından biri. “Burası içkili yerdir.

Olmayanı da var. Niçin oraya gitmiyorsunuz?” Çoğu, oraya da gidiyordur, buraya da, normal zamanda. Ama şimdi iftarını da burada istiyor.

Bu durumda o yeri işleten, iftarcılar işlerini bitirip gidinceye kadar içki vermekten kaçınıyor. Bu şimdiki geç iftar döneminde, bu hesapla, on bire kadar vermeyecek, o zaman da kapanış saati gelmiş olacak.

Bu genel dindarlaşma başka her şey gibi hemen siyasetle buluştuğu için bir süredir -epey uzun bir süredir- “oruç tutmayan filanca dövüldü” türünden haberler okuyor veya dinliyoruz. Ölüm olayı bile görüldü.

Teokratik Osmanlı düzeninde göz önünde oruç yiyeni bekçi alır götürür, falan, olurdu böyle şeyler. İslâmcılığı temel siyaset yapmış Abdülhamid zamanı, olacak o kadar.

Ama genel olarak hoşgörü daha yaygındı. İftar yemekten çatlayıp ölen softa fıkrası da anlatılırdı; Ramazan filan dinlemeyip rakısını içen Bektaşi’nin fıkrası da. Kendi doğal hayatları olduğu için bir “geleneğe” uymakta olduklarının fazla bilincinde değillerdi. Dolayısıyla “gelenek bekçisi” olarak kendini tayin eden de bulunmazdı.

“Mahalle bekçisi”nden öte bir otorite kurumuna gerek duyulmazdı.

Ramazan kuponları

Gazeteler de dönüşüm geçiriyordu. Kadıköy-Karaköy vapurunun “lüks” mevkiinde oturup “Ahmed Emin ne demiş?” diye Vatan’ı ve “Falih ne yazmış?” diye Dünya’yı gözden geçiren “çelebi”, yalnız ikinci mevkidekiler değil, bütün Anadolu’dakiler arasında kaybolurken basının müşteri tavlama teknikleri de değişti. Bu süreç içinde her gazete bir “Ramazan otoritesi” bulmaya başladı. Bu sefer amaç, bu kutsal ay boyunca daha bir uyanan dinî ilgiye cevap vermekti (aynı zamanda ”şu kadar kupon getirene Türkçe Kur’an, Kısas-ı Enbiya vb. dönemi başlamıştı). “Yanımdaki adamın sigarasının dumanı burnumdan girerse orucum bozulur mu?”dan, “Ramazan’da karı-koca?..”ya sorular, cevaplar. Televizyon kanalları da -kuruldukça- benzer bir yol izlediler. Sonuçta, bu “geleneğe dönüş” biçimi gelenekte olmadığı kadar dinî oldu. Hâlen de öyle gidiyor.