İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı Direktörü, Dr. Murat Paker resmi rakamlara göre 97 kişinin hayatını kaybettiği Ankara katliamıyla ilgili olarak "Kardeşlik ve barış diyen insanların, bu çağrıyı yaptıkları meydanlara biri 'Barış sizin neyinize! Dağılın!' diyor. Altta böyle bir ses var" diye konuştu.
Cumhuriyet'ten Selin Ongun'a konuşan T24 yazarı Murat Paker, "Hedeflenen, toplumu duyarsızlaştırmak, kabuğuna çekmek, evine kapatmak, yıldırmak, geleceğinden endişe eder hale getirmek" dedi, "Türkiye’de bu hesabın tutabileceği zamanlar geçmiştir. Türkiye’de artık cin şişeden çıkmıştır ve o tren kaçmıştır" görüşünü dile getirdi.
Selin Ongun'un “Psiko-politik Yüzleşmeler” kitabıyla Türkiye’nin yakın tarihindeki travmaları da çalışma sahasına dahil eden Murat Paker’le yaptığı söyleşi şöyle:
- Türkiye’nin farklı illerinden binlerce insan Ankara’ya gidiyor. Amaçları, “Savaşa inat, barış hemen şimdi” demek. Ve o insanların 95’i artık aramızda değil. Neredeyiz biz şimdi?
Şimdi burada sizinle saldırıdan bir gün sonra konuşmaya çalışıyoruz ve çok zor konuşmak. Çok üzgünüz, perişan haldeyiz. Başka çaremiz yok diye konuşmaya çalışıyoruz, çok sarsılmış durumdayız. Hepimizin başı sağ olsun. Umalım ki kayıp sayımız daha fazla artmasın. Cevap bekleyen onlarca sorunun olduğu karanlık bir yerdeyiz. Belli olan kısım ise aynı: Hedeflenen, toplumu duyarsızlaştırmak, kabuğuna çekmek, evine kapatmak, yıldırmak, geleceğinden endişe eder hale getirmek. Katıksız terörün amacı hep bu. Muktedirler öteden beri umarlar ki, söz konusu güvenlik olduğunda, insanlar mevcut statükoyu muhafaza etmek lehine davranırlar. Siyasi olarak dönüşüm potansiyeli taşıyan toplumları bu dönüşüm potansiyelinden caydırmak için geniş kitleleri apolitize edecek, korkutacak, sindirecek bu tür açık terör eylemlerinin yapıldığı bir gerçek.
- Peki, bu hesap tutar mı?
Türkiye’de bu hesabın tutabileceği zamanlar geçmiştir. Türkiye’de artık cin şişeden çıkmıştır ve o tren kaçmıştır. Türkiye toplumu bu tür terör eylemleri nedeniyle sinebilecek, yılabilecek, bütünüyle korkutulabilecek bir toplum değildir artık.
- Neden sonra artık?
Bu toplum benzer sahneleri temmuz ayında Suruç’ta ondan evvel Diyarbakır’da gördü. Bunlar büyük yıkımlar. Onlarca insan bombalanarak, parçalanarak öldürülüyor. Bu kez Ankara’da KCK’nin tek taraflı ateşkes ilan edeceği günün sabahı böyle bir eylem oluyor. Bu üç olayın kesiştiği yer de aynı. Kardeşlik ve barış diyen insanların, bu çağrıyı yaptıkları meydanlara biri “Barış sizin neyinize! Dağılın!” diyor. Altta böyle bir ses var.
- Toplumlar böyle bir sese nasıl cevap verir?
Yılgınlığa ve yorgunluğa da, büyük toplumsal patlamalara da yol açabilir. Toplumların göstereceği refleks o sıradaki politik iklime göre şekillenir. Başlarken, “Neredeyiz şimdi” diye sormuştunuz, toplumun bu soruya cevap vereceği yerdeyiz. Türkiye toplumu olarak şuna karar vereceğiz: Barış ve demokrasi içinde birlikte yaşama isteğimize atılan bu bombaları kabul edip, barış meydanından dağılacak mıyız? Yoksa bu toplumu bölen ve gerenlere karşı sahiden demokrasi diyebilecek miyiz? Ankara’daki bombaların bizi getirdiği yer burası.
- Sizce yanıt hangisi olacak?
Türkiye’nin bulunduğu noktada bunun büyük yılgınlıklara ya da tam tersi çok büyük patlamalara yol açması mümkün değil. Güçler dengesi açısından iki uçta büyük tepkiler gözükmüyor. Yani toplumu topyekûn sindirecek ya da yarın olağanüstü değişimler yaratacak bir durumdan söz edemeyiz. Çünkü, şu bir gerçek ki, birçok insan için Ankara’daki bombalama zaten sürpriz değil. Kamuoyunda seçimlere giderken trajik, büyük olayların gerçekleşebileceğini hatta seçimlerin yapılamaz hale getirilebileceğine dair ciddi kaygılar vardı. Türkiye’de hiç kimse gönül rahatlığıyla “Demokratik bir sistem var, sandığa gideceğiz. Oylarımız neticesinde hakikat gerçekleşecek” diyemiyor. Ve mesele diğer yandan da dönüp dolaşıp artık neredeyse patolojik diyebileceğimiz kimlik politikasına dolanıyor. İnsanlık zemininde birleşememizin temel nedenlerinden biri bu.
- Ulusal yas ilan edildi. 95 kişi öldü. Kaç ocağa ateş düştü. Biri diyor ki, “HDP kendini vurdu.” Öteki çıkıyor, “Hayır, bu AKP’ye eksi yazar.” Ne diyeceğiz; cinnet mi?
Bütün bunlar toplumsal çürümenin ve çözülmenin güçlü işaretleri. Türkiye’de maalesef asgari ortak demokratik zeminimiz yok. Siyasi rakipler değil, düşmanlar var. Örneğin HDP en başından beri “barış, demokrasi, kardeşlik vb.” diyor, AKP ve MHP ise HDP’yi düşmanlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Böyle yapınca tabii, HDP’lilerin bilmem kaçıncı defa yaşadıkları bu trajedi karşısında onlardan bir empati kırıntısı beklemek boşuna oluyor. Çünkü bu zevatın kafası “HDP düşmandı, haindir, insanlık dışıdır, başına bomba düşmüşse de bizi zor durumda bırakmak için olsa olsa kendi kendine yapmıştır” gibi ağır hezeyanlar üzerinden çalışıyor. Bu tabii ki bir tür cinnet hali, ama kolayca savuşturulabilecek bir cinnet hali değil, çünkü kronikleşmiş bir cinnet hali. Bunu savuşturabilmemiz için dünyaya ve Türkiye’ye bu ağır hezeyanlar eşliğinde bakan siyasi ekiplerin toplumsal desteğinin azalması gerekiyor. Bu olmadan Türkiye’nin bir toplum olarak, asgari ortak bir zemine bastığını varsayarak birlikte devam etmesi maalesef mümkün olmayacak. Hep söylüyorum, en büyük bölücülük budur.
- Gelelim Ankara manzarasına... Basın toplantısında gazeteci soruyor: “İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?” İçişleri Bakanı, güvenlik zaafiyeti olmadığını söyleyerek istifa etmeyeceğini açıklıyor. Adalet Bakanı Kenan İpek ise o an gülüyor. Psikoterapist olarak izleniminiz?
Terapist yorumuna gerek yok, bir yurttaş, bir insan olarak herkes yorumlayabilir. Korkunç bir trajedi var, iç güvenlikten sorumlu bakan hiçbir sorumluluk hissetmiyor, Adalet Bakanı ise soru karşısında sırıtıyor. Bu tür şeyler tabii en başta “ben size zerre kadar değer vermiyorum” demektir. “Ben her şeyin üstünde olmalıyım, ne olursa olsun zeytinyağı gibi hep yukarıda kalmalıyım, kuyruğu hep dik tutmalıyım” demektir. Ama bunlara sahiden kendisini de inandıramadığı için, aslında derinden derine sorumlu bakan olarak kendisinin dolaylı olarak da olsa sorumlu olduğunu bal gibi bildiği için, bu iç bilgi ile inanmak istediği şey arasındaki gerilim yüzüne gayet uygunsuz bir gülme olarak yansıyor.
- Ya Ankara’nın ruh hali... Demirtaş’ın “Barış sesimizi meydanlarda bile haykıramıyorsak, devlet tarafından millete saldırı var” sözü üzerine Başbakan Davutoğlu, Demirtaş’ın yargılanmasını işaret etti. İnsan parçalarının yağdığı, Türkiye tarihinin en büyük katliamlarından birinden hemen sonra liderler böyle... Ankara’nın psikolojisi deyip, soralım?
Davutoğlu’nun katliam akşamı yaptığı konuşma ibretlik bir konuşma olarak tarihe geçecektir. Bu kadar büyük bir trajedi bu kadar mı anlaşılmaz, bu kadar mı empatisiz kalınabilir, bu kadar mı hâlâ kendine yontma peşinde olunabilinir, bu kadar mı hakikat bükülmeye çalışılır? Ankara’nın göbeğinde çok büyük bir katliam yaşanmıştır. Devlet, hükümet, başbakan tabii ki en azından güvenliği sağlayamadıkları için sorumludur. Normal bir demokratik ülkede bir başbakan ve ilgili bakan, bu sorumluluk duygusu nedeniyle o akşam üzüntüsünü bildirir, failleri bulacaklarını açıklar, aldıkları önlemleri açıklar, o kadar. Saldırıya uğrayan, onlarca yoldaşını kaybetmiş siyasi ekibin liderine saldırmak, sanki esas mesele buymuş gibi bir hava yaratmak, aslında sembolik düzeyde terörün sürmesi anlamına gelir. Ayrıca, bu hükümet ve Erdoğan’dan Davutoğlu’na AKP liderliği, aylardır sürdürdükleri HDP’yi düşmanlaştırma, nefret söylemi geliştirme, HDP’ye yönelik şimdiye kadar yapılmış yüzlerce irili ufaklı saldırıyı engellememe, failleri soruşturmama, daha önceki benzer Diyarbakır ve Suruç gibi katliamların arka planını aydınlatmamak nedeniyle, Demirtaş da dahil bu toplumun çok geniş bir kesimi tarafından en azından dolaylı olarak sorumlu tutulmaktadırlar zaten. Böylesi trajik bir olaydan sonra bir başbakana düşen, bu algının güçlenmesi için konuşmak olmamalıdır.
- Ankara’daki bombalamadan sonra sosyal medyada yine gördük ki, bir yas sessizliği değil, “bizimkiler-sizinkiler” kavgası vardı. Halimiz nicedir?
Bu, Türkiye’nin getirildiği müthiş kutuplaştırılmış hali gösteriyor. Burada da simetrik bir durum yok. Mesela AK Troll’lerin performanslarına hakikat bükücülüğü demek mümkün. Onların zemininde karşı taraf, hiçbir şekilde meşru bir rakip olarak görülmüyor. Karşı taraf mutlak bir düşman.
- Sadece “karşı taraf” düşman değil, içeriden eleştiri yapanlar da ajan ya da hain ilan ediliyor. Bunun psikoloji literatüründe bir adı var mı?
Bu, tüm katı kimlikli politik hareketlerde görülen “biz narsisizmi” denilen durum. Bir “biz” tanımlanır. Bu biz AKP olur, Kürtlük olur, Türklük olur. “Bize” aşırı özdeşimle bağlı olunur. Hiçbir eleştirel mesafe barınmaz. O “biz” mutlak doğru haline gelir. Diğerleri yani ötekiler mutlak doğru konumunu sarsar. Çünkü onlar başka bir hakikatin versiyonudur. AK Troll hadisesinde, AKP’nin militan taraftarlarında şöyle bir haleti ruhiye görüyoruz: “Biz iktidara mecburuz, biz iktidardan gidemeyiz, biz mutlak doğruyuz. Her kim bizi iktidardan götürmeye çalışıyorsa o haindir. Sen ne hakla iktidara mecbur ve mahkhûm olan bizi eleştirirsin? Sen ne hakla bizim iktidar olmamızı engellersin?” İşte bu hezeyanlar, tipik “biz narsisizminin” bileşenleri.
- Türkiye’nin yakın tarihi ve diğer “biz narsisizmleri” desek, nasıl bir parantez açarsınız?
Asgari demokratik bir düzen kuramamış, farklılıklarını eşdeğerlilik zemininde bir arada tutamayan her toplum şu ya da bu biçimiyle biz-narsisizminden mustariptir. Türkiye öteden beri böyledir. Hem de gayet katı ve kanlı bir şekilde. Cumhuriyet ön planda Türklüğün, arka planda devlet denetimli bir Sünni Müslümanlığın biz narsisizmleri üzerine kurulmuştur. Bütün Cumhuriyet tarihi bu unsurların hâkim unsur olarak devam etmesi, bunlardan farklı olan unsurların olabiliyorlarsa asimilasyonu, asimile olamıyorlarsa eleminasyonu üzerinden gitmiştir. Cumhuriyetin hemen öncesinde ve bugüne kadar Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Alevilerin, solcuların başlarına gelen bin bir türlü melanet, katliam, devlet terörü, bunların hepsi, hâkim kimliklerin biz-lik tanımlarını çoğulculaştırmayı reddetmeleri, “ötekileri” kendileriyle eşdeğer olarak görememeleri yüzünden olmuştur.
- Bu, “biz narsisizminden” çıkış yolumuz, reçetemiz nedir?
Hem AKP’nin, hem MHP’nin, hem ulusalcıların, hem ordunun, bütün bu yerleşik düzen unsurlarının “HDP düşmanlığı”nda buluşabilmesinin arkasında bu mesele var. Çünkü HDP projesinin dayandığı temel zemin, Türkiye’deki geleneksel hâkim-tabi ilişkisini radikal biçimde eleştirmesi, ulusal, etnik, dilsel, dini, mezhebi farklılıkları eşdeğerlilik, eşitlik üzerinden yeniden kurmak istemesidir. Kürtlük temelli yeni bir biz-narsisizmi yaratmak yerine, çok zor da olsa HDP eliyle yeni bir şey önerilmiştir: Değişik bizlerin eşitliği. Alerji yaratan bu. HDP’de somutlanan, eğer iddia edildiği gibi bir strateji değişikliğiyse, PKK’nin de bunu boşa çıkaracak değil, buna alan açacak şekilde davranması gerek. Değişik bizlerin eşitliği önemlidir, değerlidir, ama yetmez. Bu eşitliği sağlarken bütün bu bizleri ve onların melezleşmelerini içerebilecek daha üst bir biz kimliği kurmamız ve sahiplenmemiz gerekir. Türkiye için bu, Türkiyeliliktir, dünya için insanlıktır. İlla bir reçetemiz olacaksa, reçete, birincil özdeşim kimliğimizin her şeyden önce insanlık haline getirilmesidir. Bu da uzun bir politik mücadeledir.
- Bizim gerçeklikle de ilişkimiz bozuldu mu?
Türkiye toplumunun gerçeklikle ilişkisi öteden beri, Osmanlı’nın çöküşünden bu yana problemli.
- Kadrajı daraltarak soralım: Mesela bir hafta önce de bir cenazenin panzer arkasında sürüklendiğini gördük. İnsanlık zemininde amasız birleşemedik?
Doğru, tepkileri hatırlayalım. Önce reddettiler, “Böyle bir şey yok” dediler. Yanı sıra o fotoğraf üzerinde fotomontaj yapıp böyle bir şey olmadığını kanıtlamaya çalıştılar. Olayın videosu yayımlanınca iş reddedilemez hale geldi. Psikolojik olarak baktığımızda neredeyse psikopatik düzeyde bir hadise var. Düşünün, önünüzde öldürüldükten sonra panzere bağlanarak sürüklenen bir insanın fotoğrafı var ve siz o fotoğrafın üzerinde, “bunun gerçek olmadığını” iddia ederek fotomontaj yapıyorsunuz.
- Ruh sağlığı yerinde olan bir insan bunu yapabilir mi?
Birey düzeyinde bunu yapan insana nasıl bir tanı koyulabilir; onu tartışmayalım. Fakat burada sosyopolitik bir eylem var. Çünkü bunu AK Troll denilen birileri yapıyor ve milyonlarca insan da buna inanıyor. Bizim için önemli olan kısım bu. Buna birkaç sapığın fotomontaj alçaklığı olarak bakamayız. Çünkü bu fotomontajı da milyonlarca insan sosyal medyada paylaşarak, üzerine yorum yapıyor. Meselenin böylesine toplumsallaşması, sosyal düzeyde, Türkiye toplumunun gerçeklikle bağlantısının ne kadar problemi olabileceğini gösteriyor.