Gazeteci yazar Murat Yetkin, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın Fırat'ın doğusuna yönelik yapılacağını duyurduğu harekâtın ve ABD'ye bölgedeki askerlerini çekmesi için çağrıda bulunmasının arkasından yaşanan gelişmeleri değerlendirdi. Erdoğan’ın yerleştirmek istediği “Söyledik mi yaparız” algısının yabana atılmaması gerektiğini söyleyen Yetkin, dış politikadaki diklenişlerin, ekonomideki sorunları görünmez kıldığını ifade etti.
Yetkin, şöyle konuştu:
"Ayrıca iç siyasette ve ekonomide istendiği gibi gitmeyen bu kadar konu varken böyle bir dış politika diklenişinin 31 Mart yerel seçimleri öncesi işe yarayacağına inanıldığı da, özellikle MHP ile ittifakın dinamiklerine bakıldığında açıkça görülüyordu. Böyle bir harekâttan en çok rahatsız olacak ülkenin ABD ve İsrail, en çok rahatsız olacak ülke-dışı aktörün de PKK olacağı belliydi"
"Haspel’in Cemal Kaşıkçı cinayeti sonrasında Türkiye’ye gelip MİT Başkanı Hakan Fidan ile görüşmesi ardından ABD’de dengeler değişti" diyen Yetkin, "4 Aralık’ta Kongre’ye Kaşıkçı cinayeti konusunda bilgi vermesi adından Senatörler cinayet arkasında İsrail destekli Suud Prensi Muhammed Bin Salman’ı arar ve açıkça söyler oldular" diye konuştu.
Birgün'den Can Uğur'un sorularını yanıtlayan Murat Yetkin'in açılamaları şöyle:
► Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna yönelik olası bir operasyonunu tartışırken birden ABD Başkanı Trump’ın Surye’den çekilme kararı açıklandı. Neler oluyor?
Öncelikle, bu harekat hayli mümkün görünüyordu. Daha önce Cerablus-El Bab’a karşı “Fırat Kalkanı” harekâtı –ki ordunun darmadağın olduğu 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sadece beş hafta sonra başlamıştı ve Afrin’deki “Zeytin Dalı” harekâtı öncesi de kimse ihtimal vermiyor, ABD’ye karşı blöf görüyordu. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yerleştirmek istediği “Söyledik mi yaparız” algısını da yabana atmamak gerekiyor. Ayrıca iç siyasette ve ekonomide istendiği gibi gitmeyen bu kadar konu varken böyle bir dış politika diklenişinin 31 Mart yerel seçimleri öncesi işe yarayacağına inanıldığı da, özellikle MHP ile ittifakın dinamiklerine bakıldığında açıkça görülüyordu. Böyle bir harekâttan en çok rahatsız olacak ülkenin ABD ve İsrail, en çok rahatsız olacak ülke-dışı aktörün de PKK olacağı belliydi.
► Peki, Trump’ın kararı?
Amerikan ordusunun Suriye’den çekilme kararı 19 Aralık’ta açıklandı, üstelik Dışişleri’nin Türkiye’ye Patriot füzeleri satılabileceği kararının açıklanmasından birkaç saat sonra. Ama kararın 14 Aralıkta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump’ın telefon görüşmesinde şekillendiği anlaşılıyor. Trump’ın, Amerikan askeriyesinin, yani Pentagon’un direnişine rağmen çekilme kararını ilan ettiği günün öncesinde, 16 Aralık’ta da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Katar’da bir soru üzerine “Demokratik seçim yoluyla gelirse” Ankara’nın Beşar Esad ile “çalışmayı düşünebileceğini” söylemesi önemliydi. Çavuşoğlu 18 Aralık’ta da Cenevre’de Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ile yine Suriye görüştü. O günlerde ciddi bir diplomatik trafik yaşandığı anlaşılıyor.
Kabul etmeliyiz ki, Erdoğan ve dış politika ekibinin ısrarcı yaklaşımı sonuç getirdi. Üstelik bundan ABD’nin çekilmesini baştan bu yana isteyen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de bir ölçüde memnun. Öte yandan, bu Şimdi Trump’ın bu kararının arkasında karşılığında Türkiye’den şunu aldı, bunu aldı gibi, daha çok eski Barack Obama ekibi kaynaklı iddialar yok değil. Ama Trump’ın aynı anda Afganistan’daki 14 bin askerin yarısını geri çekme kararını da almış olması, kanıtlanmadığı sürece bu iddiaları komplo teorisi saymamıza neden oluyor.
► Sizce ne peki?
Ortaya çıkan tablo bana daha çok ABD’de bir ekibi kaybettiğini ve Trump’ın tam da ara seçimlerden hemen sonra, iç politikada elini güçlendirmesini sağlayacak riskli bir hamleyi Erdoğan’ın ısrarcı politikası üzerinden yapması gibi görünüyor. Özel Kuvvetler kökenli, “Kuduz Köpek” lakaplı Savunma Bakanı James Mattis’in ve belki daha önemli olmak üzere, Birinci Dünya Savaşındaki İngiliz casusu “Arabistanlı Lawrence”a atfen “Kürdistanlı Lawrence” lakabını hak eden ABD’nin IŞİD ile Mücadele Koordinatörü” Brett McGurk’un istifası bunu gösteriyor. ABD’nin Orta Doğu politikasına Irak’ın işgalinden bu yana ağırlığını koyan ve adeta “savaş ağaları” gibi davranan Merkezi Komutanlık (CENTCOM) ekibinin tasfiye edilme hamlesi olarak da görmek mümkün.
IŞİD’e karşı PKK’nın Suriye kolu PYD’yi taşeron olarak kullanma fikri de bu ekibindi ve eğri oturup doğru konuşalım, başarılı da oldular; kendi ellerini kirletmeden IŞİD’e PKK üzerinden ağır darbeler vuruldu. Ama ne zaman konu orada İsrail’le İran arasında tampon olması niyetiyle bir Kürt devleti ve dahası ABD’nin de terörist saydığı PKK kontrolünde bir Kürt devleti ihtimaline geldi, ABD Dışişleri sanırım “Orada durun, o bizim işimiz” diyerek devreye girdi. ABD Dışişlerinin başında bir önceki görev CIA Başkanlığı olan Mike Pompeo’nun bulunduğunu da unutmayalım. Şimdi Pompeo’nun yardımcılığını yapan Gina Haspel var CIA’nın başında; Öcalan’ın iadesi ve Fethullah Gülen’in ABD’ye taşınması sürecinde Ankara’da görev yaptığını biliyoruz.
Haspel’in Cemal Kaşıkçı cinayeti sonrasında Türkiye’ye gelip MİT Başkanı Hakan Fidan ile görüşmesi ardından ABD’de dengeler değişti. 4 Aralık’ta Kongre’ye Kaşıkçı cinayeti konusunda bilgi vermesi adından Senatörler cinayet arkasında İsrail destekli Suud Prensi Muhammed Bin Salman’ı arar ve açıkça söyler oldular.
Aynı günlerde Fidan da ABD’de ve “bazı senatörlerle” görüşmüş; rahip Andrew Brunson’un serbest bırakılmasını sağlayan senatörler olması kimseyi şaşırtmaz. Fidan dönüşünde, 10 Aralık’ta Cumhurbaşkanına bilgi veriyor. O arada, 7 Aralık’ta ABD Dışişlerinin Suriye Özel Temsilcisi (ve daha önce Ankara ve Bağdat büyükelçisi) James Jeffrey’in Ankara’daki temasları ve Meclis Başkanı Binali Yıldırım’ın 8 Aralık’ta Tahran’da İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile görüşmesi var. Fidan, dönüşünde 10 Aralık’ta Erdoğan’a kapsamlı bilgi veriyor ve 14 Aralık’ta Erdoğan, Trump ile görüşüyor. Sonrasını biliyoruz.
Trump bir taşla iki değil, beş kuş vurmuş görünüyor. Birincisi, Suriye’de bir Türk-Amerikan çatışmasını önleyerek Rusya’nın güçlendiği, Avrupa’nın güç kaybettiği, Ukrayna ve Baltık krizlerinin yaşandığı bir sırada NATO’nun sarsılmasını önlemiş olması. İkincisi, Türkiye ile iplerin kopmasına gidebilecek bir krizi önlemiş olması. Sonra, IŞİD’le mücadeleyi bir NATO müttefikine (ve muhtemelen Irak ve Ürdün yönetimlerine zimmetleyerek Müslümanların kendi içinde bu belayı ortadan kaldırması yolunu açmış olması. Dördüncüsü, İsrail’in asıl rahatsızlığı olan Suriye’deki İran’ın etkisini Türkiye ile dengeleyerek rahatlama sağlamaya çalışmış olması -ki Erdoğan bu gelişmeler ardından Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı aradı. Ve nihayet dış politikası üzerinde (CIA-Dışişleri desteğine dayanarak) asker gölgesini kaldırmış, iç siyasette gücünü artırmış görünmesi. Tutar mı? Onu göreceğiz. Bunları hep planlayıp mı yapmıştır? Pek ihtimal vermiyorum, ama belki tüccar güdüsüyle yaptığı hamlenin sonuçları böyle okunabilir.
► Kaşıkçı cinayetinin ardından ABD’nin bölgedeki dengelere yönelik yaklaşımında bir değişiklik oldu mu?
Az önce ona da değinmeye çalıştım; bence oldu. Ve bence bu da Ankara’nın ısrarcı tutumu sayesinde oldu. Bu konuda uluslararası mali çevrelerin en önemli sözcüsü sayılan Wall Street Journal gazetesinde çıkan son yorumda, Suud-İsrail yakınlaşmasının bu cinayet sonrasında durakladığı yazılıyordu. CIA’nın Kongreye verdiği son rapordan sonra Trump’ın Suudi Arabistan ile ilişkileri, aradaki dev silah anlaşmasına rağmen ilk başta planladığı gibi sürdüremeyeceği zaten kestirilebiliyordu. Sanki bu olayın arkasında henüz açığa çıkmamış isimler var gibi geliyor bana, ama göreceğiz…
► Avrupa’da yükselen sağı nasıl yorumluyorsunuz?
Yükselen baskıcı dalganın niteliklerine bakıldığında popülizm mi, faşizm mi tartışması Fatih Sultan Mehmet, İstanbul olmaya çeyrek kala Konstantiniye’yi kuşattığı sırada Balat’taki piskoposların meleklerin cinsiyetini tartışması gibi görünüyor bana. Sadece Avrupa’da değil, ABD’den Hindistan’a, Brezilya’dan Güney Afrika’ya dek her coğrafyada yükselişte. Meclis ve yasaların yetkisinin tamamı ya da bir kısmını kendi üzerine almak isteyen siyasi liderlerin yükselişi de buna paralel gidiyor. Buna AB üyesi olup ırkçı hükümetlerle yönetilen Macaristan, Avusturya, ya da Katolik şeriatıyla yönetilen bir din devletine dönüşmekte olan Polonya da dâhil, çoğulcu parlamenter sistemin zaten olmadığı Çin de. İngiltere’nin AB’den çıkması sürecini başlatan 2016 Brexit halkoylaması de bu yükselişin sonucudur örneğin; yani burada, sadece rejimlerin baskıcı niteliğe sahip olup olmaması tarafından belirlenmeyen bir süreçten söz ediyoruz. Bana göre, sermayenin tekelleşmesi, liderlerin güç kullanma eğiliminin artması ve sınır aşan terörizm gibi unsurları da hesaba katarsak, Birinci Dünya Savaşı öncesi koşullarla benzeşen bir tırmanış yaşıyoruz.
► Sarı Yelekliler herhalde dünyanın en çok konuştuğu kesim. Sizin yorumunuz nedir Sarı Yelekliler’e ilişkin?
Fransa’da baskıcı bir rejim yok, yine de Sarı Yelekliler çıkıyor. Üstelik “Sarı Yelek” protestosu, evet, Gezi’den farklı olarak Emmanuel Macron hükümetinin grevcilerle siyasi temas kurmasına yol açtı ama aynı Macron “siyasi ve ekonomik olağanüstü halden” söz ederek Fransa’daki rejimin de sertleşeceğinin ciddi bir işaretini verdi.
► Meraklısı İçinCasuslar kitabınız bir önceki gibi ses getirdi. Bu kitapların çok okunması içinde bulunduğumuz çağın sosyo-politik gerçekleriyle de örtüşmesinden mi kaynaklı?
Hayır. Bence daha çok dünyada ve Türkiye’de ne olduğunu ve ne olabileceğini gerçekten merak eden duyarlı insanların, boş laf ve hurafeye değil ciddi araştırmaya olan susamışlığından kaynaklanıyor.
► Kitabınız paralelinde düşünecek olursak casuslara kimler neden ihtiyaç duyuyor?
Sadece casuslara değil, istihbarat servislerine kendi güvenliklerini sağlamak ve rakiplerinin zayıf noktalarını bulup kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen her ülke, her örgüt, hatta her şirket ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla gizli servislerin kaldırılmasını talep etmek ne kadar boş bir hayalcilikse, gizli servislerin hukuk devleti ve demokratik denetim ilkeleri içinde hareket etmesini talep etmek de o kadar ciddi bir gerekliliktir.
► Seriyi sürdürme niyetiniz var mı? Varsa bir ipucu alalım…
Evet, bu en az beş kitaplık bir seri olarak tasarlandı. Ama sırada bu serinin dışında bir kitap var ki Türkiye’nin son 40 yılına, ama özellikle 20 yirmi yılına dair, binlerce insanın hayatına mal olmuş ayrıntıları açığa çıkaracak; yeni bilgi ve belgeler ışığında. Onun için de fazla değil, Şubat ayını beklemeniz yeterli.
► Meraklısı İçin Casuslar Kitabını yazarken sizi en çok etkileyen ayrıntılar neler oldu?
Tabii daha çok Türkiye’yle ilgili olanlar. Örneğin Soğuk Savaş’ın üç Türk Casus Şefi diye bir bölüm var; okuyanların da etkilendiğini veya etkileneceğini tahhim ediyorum. 1960’lar ve 70’lerin başı boyunca, MİT’in başındaki Fuat Doğu, CIA’nın bütün Orta Asya, Kafkas ve güneybatı Asya operasyonlarını Ankara’dan yöneten Nazi istihbaratında çalışmış Özbek Türkü Ruzi Nazar ve aynı dönemde Sovyet istihbaratı KGB’nin Türkiye’den Pakistan’a dek bütün Ortadoğu operasyonlarını Bakü’den yöneten Azeri Türkü Haydar Aliyev… İnanılmaz ayrıntılar. Örneğin CIA’nın solu bölme uzmanı Duanne Clarridge, 1965 seçimlerinde TİP’in Meclis’e girmesi üzerine Nazar tarafından yazılan bir seçim değerlendirme raporu sonrasında 1968’de İstanbul CIA operasyonunu Graham Fuller’dan devralıp Nazar’ın emri altında çalışmaya başlıyor. Rapor 51 yıl gizli kalmış, ilke defa burada Türkçe okurla buluşuyor. Clarridge’e bağlı olarak ilk dış görevi için Ankara’da bulunan genç CIA ajanı Aldrich Ames’in ilk istihbarat başarısı ise Dev-Genç’in üye listesini Merkez’e göndermek olmuş; Ames daha sonra CIA içindeki en büyük KGB köstebeği olacak. Sonra mesela 12 Mart darbesinin en önemli aktörlerinden MİT ajanı Mahir Kaynak’ın MİT ile irtibatını sağlayan vaka subayının (benim de taraftarı olduğum) Beşiktaş Kulübünün “efsane başkanı” Süleyman Seba olduğu bilgisine ulaştım. Daha çok var da, sizin yeriniz dar, kitapta gerisi.