Murathan Mungan’ın toplamda 40 masalla tamamlayacağı serisi ‘Kırk Oda’nın dördüncü kitabı ‘Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’ Metis Yayınları etiketiyle, geçen ay raflardaki yerini aldı. Serinin ilk kitabı ‘Kırk Oda’yı 1987’de yayımlayan Mungan, "Benim hayatta tek anahtarım var galiba o da kalemim. Kendi hayatımı, var oluşumu anlamlandıran eşyam şu kalem. Kalemimin ömrünün benim ömrümden uzun olmasını diliyorum" dedi.
Beşinci ve son Kitapla tamamlanacak olan seri, toplamda 40 masal ile ‘Sonuncu Oda’nın sonu ile kapanacak. Oda hikâyelerinin kendi 1001 gece masalları olduğunu söylüyor Murathan Mungan, ‘Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’ ile hayatın ıskalarından bahsediyor. Her daim elimizin altında duran ‘şeylerin’ kayıplarından, tercihlerden ve tercihin de diğer bir olasılığı ortadan kaldırdığından...
Murathan Mungan'ın, Milliyet'ten Adalet Çavdar'a verdiği söyleşi şöyle:
Serinin ilk kitabı ‘Kırk Oda’ 1987’de yayımlandı. O günden bugüne nasıl birikiyor Oda’nın hikâyeleri?
Beşinci kitap bittiğinde 40 masala tamamlanacak bu dizi benim 1001 gece masallarım sayılır. İleride ‘Kırk Oda’ başlığıyla tümünü özel bir baskıyla tek ciltte toplamak isterim. Bazen önceden adı bile konmuş, çıkış noktası yakalanmış, yazmaya niyet edilmiş hikâyeler kafamda dönüp durur. Yeterince biriktiği, malzeme ben hazırım dediği zaman yazmaya otururum. Biriktirmek, içselleştirmek, demlendirmek benim çalışma yöntemimdir. Bu süreçte düşündüklerim, tasarladıklarım ya da bilinçdışında kendiliğinden depolanmış malzeme biçim bulmaya başlar. O sırada okuduklarımla, seyrettiklerimle, yaşadıklarımla, çağrışımlarla, bazen rastlantıların getirdikleriyle beslenir öykü, zamanı gelip masaya oturduğumda dökülmeye başlar.
Kitapta aynalarla, odalarla hep içine düşmekten korktuğumuz şeylerle, kendimizle yüzleştiriyorsunuz. Ama bir yandan insan sizi okurken telaşa kapılmıyor. Bu üslubunuz aynı zamanda sizin hayata karşı gösterdiğiniz bir tutum mu?
Telaşa kapılacak bir şey yok. Zaten dünya içine düştüğümüz bir yer. Burada kilitli kalmışız. Sadece anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bir var olma macerasıdır insanlık tarihi. Kendi adıma söyleyeyim ben sabırlı biriyimdir. Eğer hayattan bir ödül alacaksam, bu ‘Hz. Eyüp Sabır Ödülü’ olsun isterim.
Benim daha süfli telaşlarım vardır. Bir yere gideceksem herkesten önce orada olurum. Belki bu kadar çok yazma ihtiyacı hissetmem zamana yetişmeye karşı bir telaş belirtisidir, bunu bilemem. Gençken insanın bilemediği, zamanla kazandığı şeyler vardır. Değer bilmek, hayallerinin vaktini beklemek, hayata karşı tevazu sahibi olmak gibi... Bunlar telaşla kazanılmaz. Zamanla öğrenilir. Ben öğrenen biriyim. Hayattan da, edebiyattan da, kendimden de çok şey öğrendim bugüne kadar. Okura üç günlük moral kazandıracağım, oyalanmasına yetecek kadar umut aşılayacağım diye ona hayatın veremeyeceği şeyleri vadetmek bir yazarın tutumu olmamalı bence. İyi edebiyat, kişisel ve toplumsal kırılmalar karşısında içgücü kazandırır insana, direncini sağlamlaştırır. Ben bunu daha önemli buluyorum. İyi edebiyat karmaşık olanı görebilmek konusunda gözlerimizi eğitir, bakışlarımızı berraklaştırır.
İkinci öykünüzde eşyanın hafızasına yoğunlaşıyorsunuz. Siz kendinize ait bir anahtarı nerede buldunuz?
Benim hayatta tek anahtarım var galiba o da kalemim. Kendi hayatımı, varoluşumu anlamlandıran eşyam şu kalem. Kalemimin ömrünün benim ömrümden uzun olmasını diliyorum. Kitapta anahtarlar kadar eşikler ve geçişler de önemli. Ardımızda bıraktığımız, ulaşmak istediğimiz ya da takılıp kaldığımız şeyler. Kaybolmamak imkânsız bir şeydir, tıpkı ölüm gibi o da bizim yazgımızın bir parçasıdır. Mutlaka bir yerlerde kaybolmuşuzdur.
Yaşarken de yazarken de her zaman akıl, duygu, düşünce, kararlarım ve seçimlerim arasında doğru bir denklem kurmak arayışında oldum. Ayakta kalmak ama nasıl ayakta kalmak, sürdürmek ama nasıl sürdürmek, yenilenmek ama nasıl yenilenmek? Yaşadıklarımla yazdıklarım arasında bir tutarlılık olması benim için her zaman bir ölçü oldu. Bu kitabın içinde yazılı olanlar kadar yazılı olmayan cümleler de var. Okura o yazılı olmayan cümleleri keşfetmesi için alan bırakmak gerekir. Erişkin olmayan gözler o alanı boşluk sanabilir. Okurun işini yapmaya kalkmadım. Yanı sıra benim yazarken düşünmediğim, ama okurun kişisel çağrışımlarıyla keşfedeceği alanlar da vardır öykülerde.
‘Demir Oda’ da bir aşk hikâyesi sunuyorsunuz okura ve bir sürü çelişki...
Metinlerimde, öykülerimde her zaman böyle seçilmiş, üzerinde düşünülmesini istediğim çelişkiler vardır. Çelişki dediğimiz şey de çeşit çeşittir. İnsan zihninin yapısı tüm çelişkileri çözecek güce sahip değil. Hayatın tüm karmaşası karşısında önce aklımızın tevazuyu öğrenmesi gerekiyor. Edebiyat bu konuda bize zaman kazandırılabilir. Başkalarının yaşadıklarından süzülmüş bir edebiyat hayat karşısında işinizi kolaylaştırır. Aşk öyküleriyse her zaman açmazlar, çıkmazlar, imkansızlıklar barındırır. ‘Demir Oda’ bir aşk hikâyesi olduğu kadar, eksilmelerin hikâyesi olarak da okunabilir. Kahramanlar gibi olanaklar da teker teker eksilir. Özel mülkiyet esasına dayalı sınıflı toplumlarda aşk dediğiniz şey ne kadar mümkün? İnsan ruhu ne kadar özgür? Âşık olma halinin bir yanı tutsaklık elbet, o tutsaklığın kendine göre bir lezzeti olduğu kadar korkularla beslenen bir cehennemi de var. Âşık olmak benim için bir kabiliyet aynı zamanda, bir tür kalbini kullanma bilgisi.
“Araf dediğiniz hayattır aslında” diyorsunuz kitabın ilk öyküsünde. Hem bir arayış talebi hem de arayıştan korkmak ve kaçmak var öykülerinizin ana fikirde...
Aslında insanların büyük çoğunluğu hayatlarını kendilerinden kaçmak üzerine kuruyorlar. Kendileriyle yaptıkları kontratta bir yanlışlık var. Bu yüzden de içlerine bakmak, yüzleşmek, hesaplaşmak, özür dilemek insanlara çok zor geliyor. Hayatın zorluklarından önce kendilerinden kaçıyorlar.