Mustang'ın yönetmeni: Türkiye'deki kadınlar biraz Marliyn Monroe'nun kaderini yaşıyor

Mustang'ın yönetmeni: Türkiye'deki kadınlar biraz Marliyn Monroe'nun kaderini yaşıyor

Dünya prömiyerini geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes Film Festivali’nde yapan, Fransa’nın yabancı dilde Oscar adayı olan ‘Mustang’ filminin yönetmeni Deniz Gamze Ergüven, "Türkiye’deki kadınlar da biraz Marilyn Monroe’nun kaderini yaşıyor. Açığı, kapalısı. Çünkü erkekler tarafından hep bir cinsel obje olarak görülme, değerlendirilme durumu var" dedi.

"Erkeklerin yaptığı baskıları bazen biz de birbirimize uyguluyoruz" diyen Ergüven, "Bu konuda da bir farkındalık yaratmak istedim" ifadesini kullandı.

Hürriyet'ten Ayşe Arman'ın sorularını yanıtlayan (25 Ekim 2015) Deniz Ergüven'in açıklamalarından bazı bölümler şöyle:

Sen kimsin, nereden çıktın?

Ben Deniz Gamze Ergüven. ‘Mustang’in yönetmeniyim. Ankara doğumluyum. Ama hep Paris’te yaşadım. Eğitimimi Fransa’da aldım. Edebiyat okudum. Üzerine Güney Afrika’ya gidip, Afrika tarihi okudum. Yetmedi, bir de  yönetmenlik okudum. 

Ne münasebetle hep Paris’teydin?

- Babam dışişlerinde diplomattı. Annemse yüzlerce iş yaptı. Dünyanın en renkli kadınıdır. Aşk hayatı da renkliydi. Hep tutkulu aşklar yaşadı. Bir sürü yere gitti, geldi. Sıradışı bir ailem var. Rahmetli babam da müthiş bir adamdı.

Ne kadar Türkiye’de yaşadınız?

- Toplasan üç sene. Ama yazları hep gittik, geldik. 

Fransızcan Türkçenden daha mı iyi?

- Evet. Ne yazık ki İngilizcem de Türkçemden iyi. Ben hiç Türk okuluna gitmedim. Bütün eğitimimi Fransızca ve  İngilizce aldım. Bu Türkçeyle idare ediyorum işte.

Filmin iddialı bir film. Ama sen nerdeyse Türkiye’de hiç yaşamamışsın. Türkiye’nin gerçeklerine ne kadar hakimsin? 

- Valla, aile hayatım tamamen Türk. Aile içi dinamiklerim de öyle. E okuyorum haberleri, gelişmeleri takip ediyorum. Bu ülkede yaşanan kadın meselesine az-çok hâkimim. Hayatımın ağırlık olarak Fransa’da geçmesi de bana perspektif kazandırıyor. Sadece burada yaşamış olsaydım, belki birtakım şeyler bana olağan ve sıradan gelecekti. Oysa şimdi, olayların dışına çıkıp ‘zoom’layabiliyorum, sonra içeri giriyorum. Ama bu sadece Avrupa’dan Türkiye’ye bakmak değil. Ben Avrupa’ya da bir Türk gibi bakabiliyorum. İki ülkeyi de içimde taşıyor olmak, sanki bir tık daha geniş açı getiriyor.

 

"Uyandığımda film aklımdaydı"

 

İçindeki film aşkı nasıl ve ne zaman doğdu?

- Çok saçma ama tarihini bile biliyorum. 13 Haziran 1998’de biraz kestirdim. Uyudum yani...

Eeee?

- Uyandığımda bir film vardı aklımda. İlk defa o gün, bir hikâyeyi film olarak anlatmak istediğimi fark ettim. Senaryom hazırdı, sahneler halinde gözümde canlanmıştı. Üstelik o zaman sinema bile okumuyordum. Ama çok sinemaya gidiyordum. Hayatım Paris’te sinemalarda geçiyordu. O güne kadar film yapmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Ama o gün, o uykudan yönetmen olarak uyandım. Sonra her şey çok doğal bir şekilde gelişti.

İlk filmin için niye böyle bir konu seçtin?

- Türkiye’de her şey cinselleştiriliyor. Bu çok tuhaf geliyor bana. Marilyn Monroe’nun hayatı da böyle...

http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ayse-arman_12/yonetmen-turk-hik-ye-turk-oyuncular-turk-ama-oscarda-fransayi-temsil-edecek_40005621- Marilyn Monroe hakkında yazılmış bütün kitapları okudum ben. Herkes onunla ilgili her şeyi, hayatını, kariyerini, oyunculuğunu, aklınıza gelecek her şeyi cinselleştirmiş. Sadece öyle bakmış. Başka türlü bakamamış. Türkiye’deki kadınlar da biraz Marilyn Monroe’nun kaderini yaşıyor. Açığı, kapalısı. Çünkü erkekler tarafından hep bir cinsel obje olarak görülme, değerlendirilme durumu var.

Filminde, bu ülkede yaşayan bütün kadınların çok iyi bildiği, “İşte bu!” dediği bir duyguyu çok iyi anlatmışsın. Ama taklalar atmadan, en doğal ve sahici halinle. Filmin içinde cinsel istismar da var. Oysa bir çocuk gelin filmi de yapabilirdin, bu ülkedeki bir sürü rezilliğin altını fosforlu kalemle çizebilirdin. Ama sen dolaylı anlatmışsın. Okşar gibi yapıp, feci bir yumruk atmışsın...

- Ne güzel böyle düşünmen! Bence sinemanın gücü de bu. Teorik bir şey yapmadan de birinin hikâyesini, duygusunu, ne yaşadığını anlatabiliyor olman. Ben tam da senin söylediğin gibi, duygusu yüksek ama akademik olmayan bir şey çekmek istedim. Bu film, ‘Türk kadınlarının durumu’ gibi bir başlıkla konumlandırılacak bir film değil. Bu, Güneş’in, Lale’nin ve diğer kızların hikâyesi...

Ne? Deve güreşi mi? Bacak aranızı erkeklerin ensesine sürtmüşsünüz, iğrençsiniz! 

Kadınlar eşitlik istiyor ama filminde kadınlar da kadınlara eşit davranmıyor...

- Evet, doğru tespit. Bu da anlatmak istediğim şeylerden biriydi. Erkeklerin yaptığı baskıları bazen biz de birbirimize uyguluyoruz. Bu konuda da bir farkındalık yaratmak istedim. Filmlerimin derinliğinde beni çok etkileyen, içimde çok hassas bir noktaya dokunan bir şey oluyor. Tabii ki gerçek hikâyelerden, yaşadıklarımdan süzdüğüm bir şey...

Söyleşinin tamamı için tıklayın