Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp'in analizi.
20 Mart Cumartesi sabahına hepimiz sürprizle uyandık. Krizin eşiğine gelmiş bir ekonomiyi devralan ve doğru ilacı uygulayan TCMB başkanı Naci Ağbal, beş ayını dolduramadan görevden alındı.
Neyi doğru yaptı Ağbal? Kendisinden önceki ekonomi yönetiminin hatalarını gördü. Merkez Bankası olarak kriz anında yapılması gerekenleri doğru tespit etti. Fiyat istikrarını önceliklendirdi. Kararlı bir duruş sergiledi.
12 Mart tarihinde açıklanan reform paketi sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı "İkide bir fiyat istikrarı diyorlar, biz onu bir kenara koyduk." sözlerinden sonra para politikası duruşunda bir değişiklik sinyali verildiğinden endişe etmiştim.
Ancak sonrasında Ağbal idaresindeki Merkez Bankası'nın piyasa beklentilerinin de üzerinde bir faiz artışına gitmesiyle, bu endişelerimin yersiz olabileceğini hissetmiştim.
Ancak Ağbal'ın akıbeti de kendisinden önceki iki Merkez Bankası başkanınınkinden çok farklı olmadı. Bir gece yarısı o da görevden alındı.
Merkez Bankası başkanlarının bu şekilde görevden alınmaları Merkez Bankası bağımsızlığı adına çok kötü bir sinyal. Çünkü sağlıklı bir Merkez Bankası'nın, hükümetle ortak belirlenmiş olan enflasyon hedefini tutturabilmek için, gerektiğinde hükümetin kısa vadeli odağından uzaklaşabilmesi ve sabırlı olabilmesi gerekiyor.
Tam da bu sebepten ötürü ABD Merkez Bankası Fed'in başkanı dört seneliğine göreve geliyor. ABD Başkanı olağanüstü bir durum olmadığı sürece Fed başkanını görevden alamıyor. Avrupa Merkez Bankası'nda ise bu süre sekiz yıl.
Merkez Bankası başkanının kaderinin hükümetin elinde olmaması, fiyat istikrarından sorumlu olan Merkez Bankası'nın işini doğru yapabilmesi için elzem. Çünkü para politikası hızlı sonuç elde edebilen bir politika değil. Bugün atılan adımın sonuç vermesi 6-12 ayı buluyor. Hele de bizim gibi enflasyon sorununu bir türlü çözememiş bir ülkede bu süre daha da uzayabiliyor. Bu noktada sabır göstermek, Merkez Bankası başkanına başladığı işi bitirebilmesi için bir şans verebilmek çok önemli.
Durum böyleyken 2016 sonrası dönemde başa gelen Merkez Bankası başkanlarının görev sürelerinin giderek kısaldığının görüyoruz. Nisan 2016'da göreve gelen Murat Çetinkaya 3.5 seneye yakın görevde kalırken onu takip eden Murat Uysal 1.5 seneden daha az görev yaptı. Naci Ağbal'ın görev süresi ise 5 ayı bulamadı.
Merkez Bankası başkanının bu kadar çabuk değiştirilmesi, para politikasında bir başıboşluk ve plansızlık işareti.
Bunun ötesinde Ağbal, AKP döneminde görev yapan Merkez Bankası başkanları arasında en sağduyulu kararları alabilen, geleneksel politikalardan ayrılmayan, etkin bir iletişim yapabilen, hükümet telkini ile savrulmayan, güçlü bir bürokrat izlenimi yaratmıştı. Nitekim uyguladığı politikalar, finansal bir krizin eşiğine gelen ülkeyi uçurumun kenarından çekmiş ve finansal göstergeler nihayet toparlanmaya başlamıştı.
İşte bu nedenle Ağbal'ın görevden alınmasının herhangi bir Merkez Bankası başkanının görevden alınmasından daha vahim olduğunu düşünüyorum. 12 Mart'ta ekonomik reform paketi açıklanırken gelen sinyallerle birleştirildiğinde ise bu sefer "fiyat istikrarını bir kenara koymak" ile gerçekten fiyat istikrarını bir kenara koymanın kast edildiğine inanıyorum.
Bu soruyu cevaplamak için çok geriye gitmeye gerek yok. Ağbal öncesi dönemde uygulanan politikalar tam da fiyat istikrarını bir kenara koyan, faizi düşürüp kredileri desteklemek isteyen politikalardı.
Faizin düşmesinin bir ön koşulu var; o da enflasyonu düşürmek. Enflasyon düşmeden faiz düşürmek geri teper. Ekonomiyi canlandırmak şöyle dursun, daha çok kırılganlık yaratır.
Enflasyon düşmeden politika faizini düşürmek bizi 5 ay öncesindeki tabloya geri götürür. Neydi o tablo? Faizler düştü, krediler coştu. Bu sağlıksız büyüme ortamında, ekonominin bağışıklık sistemi diyebileceğimiz, kendi kendini soğutma önlemleri devreye girdi.
Kredilerle artan talep, kur üzerindeki baskıları artırdı. Enflasyon yükselirken faizler ısrarla düşük tutulmaya çalışılınca, tasarruf sahipleri mevduatlarını dolara çevirdi. Bankalar bu çarpıklığı görüp TL mevduat faizini düşürmekte isteksiz olsa da, bu noktada devreye giren aktif rasyosu banka açısından mevduat çekmenin cazibesini azalttı.
Aktif rasyosu uygulaması bankaları almak istemedikleri riskleri alarak kredi vermeye mecbur bıraktı. Hatada inat edilerek kredi büyümesine dayalı bir program zorlamayla devam ettirildi. Yani kendisini soğutmaya çalışan ekonomiye zorla gaz verildi. Bunun yarattığı dolarizasyon ve kur üzerindeki baskı ise daha büyük bir hata ile, yani TCMB rezervleri satılarak bertaraf edilmeye çalışıldı.
İktisatçılar olarak bu deney yapılmadan önce de sonunu öngörebiliyor ve uyarılar yapıyorduk. Velhasıl yakın geçmişte de hep beraber yaşayarak gördük. Üstelik artık elimizde satacak döviz rezervi de kalmadı. Dolayısıyla bu noktada tekrar düşük faiz politikalarına dönülürse bunun Türkiye ekonomisi için oldukça kaygılandırıcı sonuçları olacağını düşünüyorum.
Faizler düşerse ne olur? Enflasyon bir kez daha faizden yukarıda kalacağı için tasarruf sahipleri tekrar dövize yüklenir. Belirsizliği tetikleyen ve kırılganlıkları artıran bu politikalar risk primini artırır. Sermaye çıkışları hız kazanır. Bu durum kur üzerindeki baskıları artırır. Bu ise zaten pandemi şoku ile ayakta kalmakta zorlanan, dış borcu GSYH'nın üçte birinden yüksek olan özel sektörün kur şokunun altında ezilmesine sebep olur.
Sokaktaki vatandaş kurdaki artışı daha da artan enflasyon ile hisseder. Enflasyon düşük gelir kesimlerini daha da yoksullaştırır.
Kısa vadede fiyat istikrarını bir kenara koymak pahasına büyüme yakalamak bazen mümkün olabilir. Ancak bu tür sağlıksız bir büyüme her seferinde üzerine inşa edildiği temelde daha büyük çatlak yaratır. İşte bu nedenle, beş ay önceki politikalara dönülmesi durumunda ekonominin bu sefer büyümek yerine bilakis daha derin bir daralma yaşamasından endişe ediyorum.