Evrensel yazarı Doç. Dr. Ceren Sözeri, geçen günlerde CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'nin CNN Türk'te konuk olduğu "Seçime Doğru Özel" programında yaşananları değerlendirdi.
"İnce’nin karşısına dizilen Murat Çelik, Hande Fırat ve Hakan Çelik tersinden gazetecilik dersi verdiler. Yani gazeteciliğin nasıl olmaması gerektiğini herkesin anlayacağı şekilde açık açık gösterdiler" diyen Sözeri, sözlerine şöyle devam etti:
"Jestleri, mimikleri, giyimleri, makyajları, aksesuarları, anlamsızca sürekli gülmeleri, telefonlarını kontrol edip iktidar partisi üyelerinden gelen mesajları soru diye yöneltmeleri, konular karşısında hazırlıksız olmalarıyla bütün dikkati üzerlerine çekip haber yapmak yerine yine 'haber' oldular."
Ceren Sözeri'nin Evrensel'de "Nasıl girdim bu işe, kim için?" başlığıyla yayımlanan (27 Mayıs 2018) yazısı şöyle:
“Ders vermek” deyimi en çok gazetecilik için kullanılıyor galiba. “İnsanlık dersi verdi”, “hukuk dersi verdi” gibi kullanımlarıvar ama en yaygın meslek özdeşleşmesi gazetecilikle. Çünkü gazetecilik çok göz önünde bir meslek, iyi gazeteciliğin nasıl olduğu hakkında herkesin fikri var. En iyi gazetecilik dersi ise akademiden ziyade gazeteciler tarafından veriliyor.
Perşembe akşamı CNN Türk’te soru sormak için Muharrem İnce’nin karşısına dizilen Murat Çelik, Hande Fırat ve Hakan Çelik tersinden gazetecilik dersi verdiler. Yani gazeteciliğin nasıl olmaması gerektiğini herkesin anlayacağı şekilde açık açık gösterdiler. Jestleri, mimikleri, giyimleri, makyajları, aksesuarları, anlamsızca sürekli gülmeleri, telefonlarını kontrol edip iktidar partisi üyelerinden gelen mesajları soru diye yöneltmeleri, konular karşısında hazırlıksız olmalarıyla bütün dikkati üzerlerine çekip haber yapmak yerine yine “haber” oldular. Her biri deneyimli gazeteciler, durumun farkında olmamaları mümkün değil. Bu arada “onlar gazeteci değil” yazılmış Twitter’da bol bol, katılmadığımı belirtmek isterim. Esas işi bu olan, geçimini bununla sağlayan, kendisini gazeteci olarak tanımlayan herkes gazetecidir. Kimin gazeteci olup olmadığına karar vermek, Erdoğan’ın ya da Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün işi olmadığı gibi, bizim de işimiz değil.
Peki, bir gazeteci neden hayat boyu bununla anılacağı bir “parodiyi” sergiler? Taraftar olduğu için mi? İdeolojik tutumunu, iktidarlarla yakın ilişkisini bildiğimiz nice gazeteci / yazar var, çoğu kendisini bu kadar küçük düşürmedi yani tek sebep bu olamaz. Ekonomik çıkar mı? Burada herkesin sınırı farklı olabilir, üstelik yeni bir şey de değil. Aydın Doğan’ın kendisine boğaza nazır villa hediyesini normal karşılayan, Haldun Simavi sayesinde yat – kat sahibi olduklarını, dolayısıyla sendikaya ihtiyaç duymadıklarını söyleyen nice örnek var. Para tek neden olamaz, hele ki Aydın Doğan medyasının rahle-i tedrisatından geçen, en önemlisinin her durumda ayakta kalmak olduğunu bilir.
Ha, işler artık eskisi gibi değil derseniz haklısınız, eski dengeler yok. Medya patronları siyaseti dizayn edemiyor, en ufak hataları milyon dolarlara mal olabilir. İşte o durumda bazı gazeteciler hükümetin ya da hükümette aklıselim gördüğü bazı danışmanların, bakanların kendisini kurtaracağını umut ediyor. Daha basit bir ifadeyle Erdoğan Demirören’in kendisini kovamayacağı bir pozisyona oynuyor. Çünkü patronun gözünde bir “değer”i olmadığının farkında. Aydın Doğan’ın medyadan çıkışıyla medyadaki tarihi kırılma tam da buydu. Eskiden iktidarı kızdırsa da iyi bir gazeteci, biraz geriye çekilme pahasına işini koruyabiliyordu, artık Trump’ın meşhur “Çırak” (TheApprentice) programında olduğu gibi bir “Kovuldun!” nidasıyla her şeyini kaybedebiliyor. “Herşey”den kasıt maaştan ibaret değil.
AKP’nin 16 yıllık iktidarı döneminde iktidara çok yakın olmalarına, “ne istedilerse vermelerine” rağmen şu an cezaevinde olan, yurt dışına çıkmak zorunda kalan, işsiz kalan, dışlanan çok sayıda gazeteci oldu. Kabataş yalanını yani siyasetçiler tarafından kurgulanmış bir senaryonun bedelinin gazetecilere ödettirildiğini hatırlamak dahi yeterli. İktidarın medyaya, gazeteciye bakışı yalnızca biat üzerine kurulu, ne kadar biat edilirse edilsin asla yetmiyor.
Beklenti konusunu somutlaştırmak için Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) “Türk Medyasında Terörün Ele Alınışı” raporuna bakmanızı öneririm, orada gazeteciliğin nasıl tanımlandığına ve haberin nasıl kodlandığına... SETA hükümete yakın bir vakıf, bakış açısının iktidar yanlısı olması şaşırtıcı değil ancak bilginin verinin çarpıtılması, bazı gazetelerin “devlet karşıtı siyasi pozisyon”la etiketlenmiş olmaları çok ürkütücü. Raporu yazanlar, “Terör olayları karşısında devleti suçlayıcı bir dil kullanmamak, terörü açıkça kınamak, teröre karşı birlik mesajı” vermenin medyanın görevi olduğunu düşünüyorlar. Açıktan kınamanın kriteri “alçak”, “kahpe” ve “hain” demek aksi “eksik habercilik sayılıyor”. Gazetelerin bu “kriterler” dışındaki söyleminin “devlete duyulan güvenin zayıflatılmasına alan açtığı” savunuluyor. Nefret söylemi, birlik mesajı ile karşıt anlam üzerinden kurgulanmış, yani birlik mesajı vermeyen her söylem nefret söylemine dâhil olabiliyor. En nihayetinde de basın üzerinde “takip ve denetleme mekanizması” kurulması yani sansür ve yaptırım öneriliyor.
İktidarın gazeteciden beklentisiyle akademisyenden beklentisi benzer. Yoksa raporun yazarlarından ODTÜ Sosyoloji mezunu, devamında Hollanda Leiden Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora yapmış olan İsmail Çağlar, ‘bu kriterlerin uluslararası literatürde, “Akdeniz modeli” dâhil dünyanın herhangi bir yerinde geçerliliği yok, ancak Joseph Goebbels denetiminde Nazi Almanya’sında mümkündü’ diyemiyor. Yabancı dile çevirip yayın haline dönüştürse utanacağı bir “araştırmaya” imza atıyor.
Erdoğan Demirören’in telefon sızıntılarından referansla “bu işe ne için, kimin için girildiği” gazetecilikte de, akademide de önemli. Kısa vadeli çıkarlar rahatlatabilir, insan kendisini hiç olmadığı kadar “muktedir” görebilir ama çoğunlukla ömür boyu mesleğimizle anılıyoruz. İnsan, ‘değer mi?’ diye sormadan edemiyor.