T24 Kültür Sanat
Bizim avludan mı kalkacak cenazem?Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?Asansöre sığmaz tabut,merdivenler daracıkBelki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,belki ıslak asfaltıyla yağmur.Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem,bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden; uğurdur.Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,meraklıdır ölülere çocuklar.Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...
Türk şiirinin evrensel ismi Nazım Hikmet Ran'ın ölümünün üzerinden 58 yıl geçti. Memleket hasretiyle hayata gözlerini yuman Nazım Hikmet tüm dünyanın tanıdığı bir sanatçı. Nazım Hikmet Ran 3 Haziran 1963'te geçirdiği kalp krizi nedeniyle vefat etti.
1902 yılında Selanik'te doğan Nâzım Hikmet, ticaret ve sinemacılıkla ilgilenen, hariciye memuru Hikmet Bey ile ressam Celile Hanım'ın ilk çocuğudur. 1905'te babası Hikmet Bey memurluk görevinden istifa edince, ailece dedesi Mehmet Nâzım Paşa'nın yanına, Halep'e giderler. Nâzım Hikmet okul çağına geldiğinde, artık İstanbul'a yerleşmişlerdir. Emekli olunca yanlarına taşınan dedesi Nâzım Paşa'nın sohbetlerinden şiir dünyasını öğrenmeye başlayan Nâzım Hikmet, on bir yaşında ilk şiirini yazar.
Ortaokul yıllarında da şiir yazmaya devam eder ve on altı yaşında Bahriye Mektebi'nde okurken Yeni Mecmua dergisinde ilk şiiri yayımlanır. "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?" şiirinde, aynı zamanda öğretmeni olan Yahya Kemal'in de katkısı vardır. On sekiz yaşında sağlık sorunları nedeniyle askerlikten çürüğe çıkarılan genç Nâzım Hikmet, işgal altındaki İstanbul'da yolunu bir şair olarak çizmeye devam eder.
Nâzım Hikmet, arkadaşı Vâlâ Nurettin ile Hececiler'in toplantılarına katılır ve hece ölçüsüyle yazdığı direniş şiirleriyle adını duyurmaya başlar. İşgal altındaki İstanbul'da yaşamanın artık mümkün olmadığını düşünen şair arkadaşlar, 1921'de Kuvâyi Milliye'ye katılmak için Ankara'ya gitmeye karar verirler. Nâzım Hikmet'in bu yolculukta gördüğü, tanıştığı insanlar, hayatında büyük bir iz bırakacaktır. Marksizm ve sosyalizmle tanışan Vâlâ ile Nâzım Hikmet, öğretmen olarak atandıkları Bolu'da bir işe yaramadıklarını düşünerek, devrimin ülkesini görmek üzere yola çıkarlar.
Bir süre Batum'da kaldıktan sonra Moskova'daki KUTV Üniversitesi'ne yazılırlar ve Nâzım Hikmet, Rusya'nın avangart sanat akımlarının da ilhamıyla kendi şiirlerinde devrim yapmaya başlar. Geleneksel kalıpları yıkar ve serbest şiirler yazar. Komünizmi benimser. 1928 yılında gizlice ülkeye girerken Hopa'da yakalanır ve yokluğunda açılan davanın tutuklusu olarak cezaevine sevk edilir. Altı ay sonra beraat ederek serbest kalacak ve Türkiye'deki en aktif ve üretken dönemine adım atacaktır.
Yüzüne yılbaşı ağacının telli pulluaydınlığı vuran çocuk,belli, bilmiyorum neden, ama belliyaşayacak benden iki kere çok. Kosmosa filan gidip gelecek. İş bunda değil.Yeryüzünde görecek mucizenin büyüğünü:tek insan milletini pırıl pırıl.Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi... 7.1.1959, Moskova |
Nâzım Hikmet, ülkesinde nispeten özgürce yazabildiği bu on yıllık dönemi şiirle, tiyatroyla, sinemayla, gazete ve dergi makaleleriyle dopdolu geçirir. Moskova'dan döndükten sadece iki yıl sonra yayımlanan şiir kitabı sayısı beşi bulur. 1925'te eski harflerle ilk kitabı Dağların Havası, 1928'de Bakü'de yine eski harflerle Güneşi İçenlerin Türküsü ve ardından 835 Satır yayımlanır; plağa kaydettiği şiirleriyle, "Putları Yıkıyoruz" kampanyasıyla ülke çapında tanınan bir şaire ve düşünce adamına dönüşür. Muhsin Ertuğrul'la, Cemal Reşit Rey'le, Serteller'le ve Peyami Safa'yla çalışır.
1933 yılında hakkında idam talebiyle komünizm propagandası davası açılır, ancak altı ay alacaklı olarak beraat eder. İkinci Dünya Savaşı'na doğru kamplaşan dünyada Türkiye'de de git gide özgür düşünce üzerindeki baskılar artmaktadır. Nâzım Hikmet yirmiye yakın takma ad kullanır, yazmaya ara vermez. Piraye'yle Memet girer hayatına. Destanlarla öne çıkan ustalık döneminin ilk kitabını, Şeyh Bedrettin Destanı'nı yazar, ancak bu kitap Türkiye'de sağlığında yayımlanan son eseri olacaktır.
1938'de yeniden tutuklanan Nâzım Hikmet bu kez, orduyu ayaklanmaya teşvik ettiği iddiasıyla Ankara'da Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde yargılanır ve on beş yıl hapse mahkûm edilir. Hemen arkasından, İstanbul'da da donanmayı ayaklanmaya teşvik suçundan yirmi yıla mahkûm olur ve iki cezanın birleştirilmesiyle Nâzım Hikmet, otuz altı yaşında toplam yirmi sekiz yıl dört ay hapis cezasına çarptırılır.
On üç yıllık hapis hayatı boyunca geçinmek ve Piraye'yle Memet'e destek olabilmek için ipek dokur, marangozluk yapar, kitap çevirir, resim çizer, senaryo yazar. Cezaevinde İbrahim Balaban'ı ressam, Orhan Kemal'i yazar olarak yetiştirir; dışarıdaki dostlarıyla, en çok da Kemal Tahir'le ve Piraye'yle yazışır. Yirmi bin dizeden oluşan başyapıtı Memleketimden İnsan Manzaraları‘nı da, hayatının on yılını geçirdiği Bursa Cezaevi'nden yazar. Oğlu Mehmet'in annesi Münevver'le ilişkileri hapishanedeyken başlar.
Nâzım Hikmet'in açlık grevi, yurt içinde ve dışında büyük ses getirir ve şair 15 Temmuz 1950'de genel af kapsamında serbest bırakılır. Kırk dokuz yaşında, üretken ve olgun ancak kitapları basılmayan bir şair olarak karısı Münevver ve yeni doğan oğlu Mehmet ile yeni bir düzen kurmaya çalışırken, askere çağrılır. Can güvenliğinin tehdit altında olduğunu bilen Nâzım Hikmet, zor bir kararla Münevver'i ve oğlunu geride bırakarak gizlice yurt dışına çıkar ve bu haber duyulur duyulmaz hukuka aykırı bir şekilde vatandaşlıktan çıkarılır.
Moskova'ya yerleşen şair yazmaya, üretmeye devam eder, yeni şiirler, tiyatro oyunları yazar, çeşitli radyolarda programlar yapar, dünyada kalıcı bir barışın tesis edilmesi ve nükleer tehlikenin önüne geçilmesi için uluslararası organizasyonlarda yer alır, birçok ülkeye seyahat eder, toplantılara katılır ve böylelikle dünyada tanınan ilk Türk yazarı olur. Eserleri kendi deyimiyle "dünyada otuz kırk dilde basılır / Türkiyemde Türkçemle yasak"tır.
1952'de kalp krizi geçirdiği sırada tanıştığı doktoru Galina ile Moskova'da yaşamaya başlar. Artık geriye dönüş umudu kalmayan Nâzım Hikmet, Rusya'daki sürgün yıllarında hayal kırıklıklarıyla ve özlemle boğuşur. Stalin Rusya'sında bürokrasiyi eleştirir, oyunları yasaklanır. Bulgaristan'a, Azerbaycan'a, Küba'ya seyahat eder. Ömrünün son yıllarındaysa Vera'ya aşık olur.
Nâzım Hikmet, 1963'te Moskova'da öldüğünde, ardında dağınık bir külliyat bırakır. Eserleri Türkiye'de 1936'dan sonra ancak 1965 yılında yeniden ve bir kısmı ilk kez yayımlanmaya başlar. Nâzım Hikmet'in yurttaşlık haklarının iadesi mücadelesi 1987'de kız kardeşi Samiye Yaltırım'ın çağrısı üzerine Nâzım Hikmet'in dostları ve yakınları tarafından başlatılır.
Nâzım Hikmet'in dostlarının, okurlarının, sevenlerinin çabaları yıllar sonra meyvelerini verir, önce "Nâzım Hikmet'in Doğumunun 100. Yıl Dönümü" 2002 UNESCO Anma ve Kutlama Yıl Dönümleri arasına alınır, 2004 yılında Memleketimden İnsan Manzaraları Milli Eğitim Bakanlığı'nın "100 Temel Eser" listesine girer, okullarda okutulması önerilir ve en nihayetinde 2009 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Nâzım Hikmet'in vatandaşlığı iade edilir.
Nazım Hikmet'in kısa hikâyesi, Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi bünyesinde oluşturulan ve şairle ilgili yazılı, görsel ve işitsel belgeler, incelemeler ile bilgilendirme metinlerini içeren "Nâzım’ın Hikâyesi" sitesinden alınmıştır.