Özgür Düşünce yazarı Nazlı Ilıcak, 'Selam Tevhid'de kumpas' iddianamesinde kendi adının da "davanın savcısı Adnan Çimen ile görüşmeler yapan 'Fethullah Gülen Terör Örgütü' (FETÖ) bağlı kurye" olarak geçtiğini yazdı. Ilıcak, "Star'ın ve onunla birlikte Yeni Şafak'ın gerçekleştirdiği usulsüz dinlemelere ilişkin yalan haber hakkında, hem Adnan Çimen, hem de Adem Özcan ile görüşmüştüm. Bu görüşmelerin, MİT tarafından izlendiğine ilişkin bir fişleme belgesi de dosyada yer alıyor" dedi.
Ilıcak'ın Özgür Düşünce'de "Ben de FETÖ’nün kuryesiymişim!" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
Selâm Tevhid dosyasında teknik takip kararı veren hâkimler ve soruşturmayı yürüten savcılarla ilgili iddianamede, “Şüpheli hâkim ve Cumhuriyet savcılarının örgüt bağlantılarını gösterir iletişim dökümleri” başlığı altında bir bölüm mevcut. O bölümde, dosyanın savcısı Adnan Çimen ile yaptığım görüşmeler yer alıyor ve şöyle deniliyor: “Adnan Çimen ile 5 arama/mesaj kaydı bulunan Ayşe Nazlı Ilıcak hakkında: 7 Şubat 2012 yılından sonra, sosyal medya, Fethullah Gülen örgütü tarafından aktif olarak kullanılmaya başlandı. Bu konuda öne çıkan ve Fethullah Gülen Terör Örgütü'ne bağlı olan Nazlı Ilıcak…”
Böylece, Selâm Tevhid dosyası medyaya düşüp, Star gazetesi “7 bin kişi dinlendi” manşetini attıktan sonra, gerçeğin ne olduğunu öğrenmek üzere aradığım Adnan Çimen ile “örgüt bağlantısı” kurmuş oluyoruz. Oysa, gerek Adnan Çimen'den, gerek diğer savcı Adem Özcan'dan, Star'ın verdiği sayının doğru olmadığını, hâkim kararıyla dinlenen kişilerin, 3 yılda, toplam 234 rakamını ancak bulduğunu öğrenmiş ve bunu gazetemde yazmıştım. Bence, paralel bir örgüt aramak gerekirse, tepedekilerin talimatıyla, “kara propagandaya” yönelik haberleri servis edenler bu tarife pek güzel uyuyor. O gazetelerin amacı, İran'a hizmet ettiği ileri sürülen casusların dosyasını gölgelemek ve kamuoyunu “sözde” usulsüz dinlemelerle meşgul etmekti. Nitekim, kimse içeriğini tam olarak kavramadan, Selâm Tevhid dosyasına takipsizlik kararı verildi.
7 Şubat 2012 nedir, onu da hatırlatayım: Daha o günden hoşlarına gitmeyen her haber için “darbe” iddiasını kullanmaya başlamışlardı; ben de her seferinde, darbe söylemine karşı çıktım. 7 Şubat'ta, KCK dosyasıyla ilgili olarak savcı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı, eski Müsteşar Emre Taner'i ve MİT Müsteşar yardımcısı Afet Güneş'i ifadeye çağırmıştı. Çünkü, KCK operasyonları sırasında gözaltına alınanların büyük çoğunluğu “Biz MİT üyesiyiz” diyordu. Oysa, KCK eylemleri hakkında Emniyet'e, MİT'ten hiçbir bilgi gelmiyordu. Hatta, eski Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün'ün bu konuda açıklamaları var: “Halkalı'da otobüse atılan bir molotof kokteyli sonucunda Serap Eser isimli bir genç kız hayatını kaybetmişti. Eylemi gerçekleştiren kişiyi Emniyet'te sorguya aldık. Bu kişi, kırsalda, HPG (Hêzên Parastina Gel) üyesiymiş; yani Halk Savunma Güçlerinin bir elemanıymış. Ama, MİT görevlileri geldiler, tam konuşacaktı, adamı susturdular; ‘Bizim elemanımız' dediler. MİTçilerle görüşünce susma hakkını kullandı. MİT, eylemleri, polise haber vermedi; önlemeye çalışmadı.”
İrili ufaklı çok sayıda KCK eylemcisi MİT elemanı çıkınca, bunların gerçekten Teşkilât tarafından görevlendirilip görevlendirilmediği, ya da gelişmelerden devleti haberdar edip etmedikleri konusunu savcı soruşturmaya başladı; ister istemez MİT'te sorumlu mevkide olanların da ifadesine başvurmak zorunda kaldı. Sadrettin Sarıkaya'nın, onları telefonla makamına davet ettiği belirtiliyor. “Hakan Fidan ifadeye çağrıldı” diye, o an, haber sızdırılıyor ve kıyamet kopuyor. “Savcının amacı, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı tutuklamaktı. Ama, asıl hedefinde Tayyip Erdoğan'ı devirmek vardı” deniliyor. Buna da,“7 Şubat darbesi” ismi veriliyor. Akla ziyan bir durum! Zira, bir Başbakan, ancak Meclis çoğunluğu tarafından düşürülebilir. Ayrıca, Anayasa'nın 100'üncü maddesine göre, Başbakan ve bakanlar hakkında özel bir dokunulmazlık var. Soruşturma Komisyonu kurulacak; karar verilecek. Yüce Divan konumunda bulunan Anayasa Mahkemesi'ne dosya intikal edecek; orada yargılanacaklar… Sarıkaya, Hakan Fidan'ı davet edince, hükümet darbesi gerçekleşmez. Meclis'in izni olmadan da, Başbakan istifaya zorlanamaz.
Gelelim asıl meseleye… Star'ın ve onunla birlikte Yeni Şafak'ın gerçekleştirdiği usulsüz dinlemelere ilişkin yalan haber hakkında, hem Adnan Çimen, hem de Adem Özcan ile görüşmüştüm. Bu görüşmelerin, MİT tarafından izlendiğine ilişkin bir fişleme belgesi de dosyada yer alıyor. Selâm Tevhid soruşturmasındaki hâkim ve savcıların durumunu inceleyen HSYK Başmüfettişi Mustafa Zengin, hiçbir tarih, imza ya da isim taşımayan o fişleme belgelerini, 23 Haziran 2015'te, bilgi ve gereği için, Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı'na gönderiyor. Selâm Tevhid dosyasının hâkim ve savcılarının, sözde “paralel devletle” irtibatlı kimlerle kaç defa görüştüğüne dair bir liste söz konusu. Bu liste, iddianamede bulunmamakla birlikte, dosyada yer alıyor. Belli ki MİT, hâkim kararına gerek duymadan herkesi fişlemiş. Nereden mi biliyorum? HSYK Başmüfettişi Mustafa Zengin, söz konusu hâkim ve savcıların, 2008-2015 yılları arasındaki iletişim kayıtlarını, yani HTS bilgilerini, Ankara 5. Sulh Ceza Hâkimliği'nden 6 Ağustos 2015'te talep ediyor ve Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), bu kayıtları o tarihten sonra müfettişe gönderiyor. Oysa, MİT'in HTS bilgilerini içeren kayıtları, Zengin'e yolladığı tarihin, 6 Ağustos 2015'ten önce olduğu ortada. Zira, o fişleme belgelerinin Terörle Mücadele Daire Başkanlığı'na ulaştırıldığı tarih 23 Haziran 2015. Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 135'inci maddesi, “HTS kayıtları ancak hâkim kararıyla alınabilir” diyor ama, hem MİT, hem de HSYK Müfettişi Mustafa Zengin, suç işlemekte bir beis görmüyorlar.
Bir başka vahim nokta daha var… Ben, Adnan Çimen ve Adem Özcan ile o görüşmeleri, Selâm Tevhid dosyası ortaya çıkıp, gazeteler “7 bin kişi dinlendi” manşetini attıktan sonra gerçekleştirmiştim. Oysa, iddiaya göre, söz konusu savcı ve hâkimler, Gülen Cemaati'nden talimat alarak Selâm Tevhid dosyasını oluşturmuşlar; teknik takip kararları vermişler. Ben de Cemaat temsilcisi sıfatıyla, “kurye” konumunda bulunuyormuşum! Halbuki, soruşturmanın yürüdüğü dönemde, adı geçen savcıları hiç tanımadığım gibi, onlarla hiçbir görüşme de yapmadım. Nasıl bir mantık bu?
Son olarak söyleyeceğim birkaç cümle daha var: Benim için “Fethullah Gülen Terör Örgütü'ne bağlı” denilmiş ve sosyal medyada bu örgüt tarafından kullanıldığım ileri sürülmüş. Bu dönemin bir takım “kullanışlı aptalları”ya da “menfaatçi dalkavukları” var. Sonradan her birinin buruşturulup, çöpe atıldığını da görüyoruz. Beni sakın onlarla karıştırmayın. Her zaman vicdanımın ve aklımın peşinden gittim. İnandığımı savundum. Bugün çok sayıda örneğini yargıda, bürokraside, medyada gördüğümüz gibi, kendini milletin efendisi zannedenlerin kapıkulu, kölesi, soytarısı olmadım…
Yaşarsak göreceğiz. Böyle bir rejim ilelebet devam edemez. O gün, meslek onurunu ayaklar altına alanlar lânetlenirken, demokrasiye payanda olmaya çalışanlar takdir ve övgü görecek. Ona göre herkes ayağını denk alsın.
Bu fişleme belgelerini, HSYK Başmüfettişi Mustafa Zengin, 23 Haziran 2015'te, “bilgi ve gereği için” bir üst yazıyla birlikte Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı'na gönderdi. Belgelerin üzerinde hiçbir imza yok; tarih de bulunmuyor. Zengin'in Terörle Mücadele Daire Başkanlığı'na yazdığı üst yazı ise, 23 Haziran 2015 tarihini taşıyor. Öte yandan aynı müfettiş, 6 Ağustos 2015'te, 5. Sulh Ceza Hâkimliği'nden, hâkim ve savcıların HTS bilgilerini talep ediyor; hâkimlikten aldığı kararı TİB'e gönderiyor ve bu kayıtları oradan temin ediyor. Ama HTS bilgilerini ihtiva eden MİT belgesi, hâkim kararının alındığı Ağustos 2015'ten önce hazırlanmış. Tamamen yasa dışı.