'Ne iyi bir savaş vardır ne de kötü bir barış'

'Ne iyi bir savaş vardır ne de kötü bir barış'

Sırrı Süreyya Önder/Radikal*

 

Ne iyi bir savaş vardır ne de kötü bir barış.

Sürece böyle bakmak ve tüm zorlayıcı, bıktırıcı durumlarda bu bakışı unutmamak durumundayız.

Hele hele savaş adı altında kendini tekrarlamak ve toplumsal bedeli çoğaltmaktan başka bir mekanik gelişmemişse bu mottoya dört elle sarılmak zorundayız.

Nuray Mert ve Hasan Cemal başta olmak üzere, sürece dair “demokratikleşmeyi ıskalama” kaygılı eleştiriler, cevabını en saygın şekliyle almayı hak etmektedir; borcumuzdur.

Yer yer küçümseme ve haksızlık sınırında gezinmeleri bizim tahammülsüz ya da kestirmeci bir tutum almamızı gerektirmez.

 

İsyan

 

Barış söz konusu olduğunda, sürece baskıcı bir hükümetin herhangi bir yöntemle düşürülmesi olarak bakamayız. Demokrasi, isyan ve direniş güçleri, düşürülecek hükümetin yerine ne koyacaklarını hesap edemezlerse ya da daha kötüsü böyle bir hazırlıkları yoksa, mesela sokaktaki gücünü demokratik bir iktidar alternatifine dönüştürecek bir örgütlü güce ve kadroya sahip değilse olacak olan, egemenler arası iktidar hesaplaşmalarına kurban gitmektir.

Kuşkusuz kastedilen mevcut iktidarı koruyup kollamak değildir. Kendi emeğimize ve direnişimizin semeresine sahip çıkmak için dikkatli davranmak tarihsel sorumluluğumuzdur.

Sırf AKP gitsin diye, onun yerine bize en az onun kadar uzak ve sicili en az onun kadar sorunlu başka bir iktidarın inşasına vesile olacak bir yaklaşımın sorumluluğu tartışmalıdır. Bunu iyi yönetemeyen tüm öncüler halka karşı sorumlu duruma düşerler. Neredeyse bütün Arap Baharı isyanlarının başına gelen budur. Hatta yakın dönem siyasi tarihimizdeki yükselen sol dalgaların bastırılması ve onu takip eden iktidar biçimleri de bu konuda yeterli fikri verecek örneklerle doludur.

 

Barış

 

Türkiye ve Dünya 'da barış denince akla gelen şeyin hâlâ ve ne yazık ki neyin alternatifi olduğu konusunda ciddi bir uzlaşı olmaması, hem dünya üzerinde barış kavramına gerekli hassasiyetin gösterilmemesinin hem de bu kelimenin ulusal ve uluslararası boyutta sürekli olarak reel politika malzemesi yapılarak kullanılmasının sonucu. Buna bağlı olarak da bugün Türkiye'de barış sürecine dair tartışmanın biçimsel ve içeriksel meşruiyetini değil de tarafların kim olduğu üzerinden analizini yapmaya çalışmak tüm dünyada yaşanmış barış süreçlerinin üstünden atlayarak reel politika malzemesi üretme kolaycılığına dönüşüyor. Dahası, bizzat barışın meşruiyetini tartışmaya açarak, Kürt halkı özelinde Türkiye'de bir barış gerçekleşecekse de bunun AKP döneminde gerçekleşmemesi temennisine varan; ancak barışın ve barış sürecinin yarattığı kazanımları bir kenara iten bir algı oluşuyor. Bu algı bazen Kürtler ABD uçaklarından ya da Türkiye'nin açacağı koridordan gelen yardımla yaşayacaklarına ölsünler zihniyetinde vücut buluyor, bazense 'AKP ile masaya oturmak' kalıbı etrafında sözüm ona bir etik tartışması açmaya çalışarak kendini gösteriyor. Oysa içinden geçtiğimiz şey adı üstünde bir 'süreç'. Bu sürecin tarafları var ve taraflarının iradesi etrafında yürüyor.

Kürt özdeyişidir; Mırov xwe bı destê xwe ne xurine xura mırov naşkê. (İnsan kendini kendi eliyle kaşımazsa kaşıntısı geçmez.)

 

Dünyada barış süreçleri

 

Dünya'daki birçok barış süreci birbirlerine karşı vur emri vermiş liderlerce görevlendirilen insanların oturduğu masalarda vuku buluyor. Güney Afrika'dan Kolombiya'ya, barış ve müzakere meselesinde tarafların masaya oturdukları anki ruh halleri arasında bir ortaklık varsa eğer, şu cümleyle özetlenebilir: Silahlı mücadele karşılıklı olarak ihtiyaçlara ve taleplere yanıt olmaktan çıkmıştır yahut ulaşılan aşamada yeni bir yöntem gerekli olmuştur. Yani Türkiye'nin Sri Lanka tipi bir modelle Kürtler'i yok etme ve sindirme politikası uygulamaktan vazgeçmesi, Kürtler'in ise silahlı mücadele ile uzun yıllar boyunca elde ettikleri mevzilerin ideolojik olarak güçlenmesi ve sosyolojik kökenlerine bakıldığında tutarlılığını koruması için mücadele ve müzakereyi birlikte sürdürmesi gereklilik haline gelmiştir. Bizim başından beri vurguladığımız 'hem mücadele, hem müzakere' terimi tam da bu nedenle dünyadaki bütün gerçek barış süreçlerinde özellikle de devlet şiddetinin hedefi olmuş, talepleri ortaya koyan taraflarla örtüşen bir yöntemdir. Silah bırakmayan ya da kısmen silah bırakan örgütlerle görüşen devletler olduğu gibi, çatışmasızlık ortamını ihlal eden ve hatta avantaj elde etmek için farklı yöntemler deneyen devletlerle de masada olmaya devam eden temsilcilerin varlığı bugün ortaya çıkmamıştır. Tam da bu nedenle barış sürecinin dünya üzerindeki diğer barış süreçleri arasında nasıl bir konumu olduğunu anımsatarak devam etmek gerekir.

Dünyanın her yerinde süregelen barış süreçlerine baktığımızda devletlerarası olmayan barışlar arasında -Türkiye'deki barış süreci her ne kadar çoğunlukla FARC ve Kolombiya ya da İngiltere-IRA örneğine sıkıştırılmaya çalışılsa da - çok daha kapsayıcıdır. Vicenç Fisas'ın (*) vaktiyle yaptığı, aralarında yeniden entegrasyon, siyasal ve ekonomik iktidar paylaşımı, mübadele, çift yönlü güven arttırıcı önlemler ve özerklik bulunan bazı barış tipleri arasında tek bir kategoriyle sınırlandırılması pek de mümkün olmayan bir kategoriler arası statüsü olduğunu kabullenmek gerekiyor. Ancak bu şekilde, herkesin üstüne rahatlıkla konuştuğu; ama kimsenin devam edememesi halinde ödenecek bedelleri çok da düşünmediği barış sürecinin olası ve mevcut kazanımlarının değerinin farkına varabiliriz diye düşünüyorum.

 

Süreç ve sürece dair usul tartışmaları

 

Türkiye'deki barış sürecinin temel motivasyonu, özellikle devlet dili üzerinden dile getirildiğinden çoğunlukla çatışmasızlık ve kanın durması olarak aktarıldı. Elbette, Türkiye Cumhuriyeti'ndeki çatışmasızlık durumu bile Cumhuriyetin tarihsel reflekslerine aşina olan birçoğumuz için sürpriz sayılabilir. Oysa barış süreci dediğimiz şeyin, bir 'çatışmasızlık sürecine' içerik ve biçim olarak indirgenmesi, bunun teknik/diplomatik bir tartışma olarak öne sürülmesi ve yönteminin içeriğinden daha çok tartışılır hale gelmesi birçok anlamda mevcut siyasal iktidarın iletişim politikalarının başarısı olarak aktarılabilir. Meclis'ten de çok alışık olduğumuz o 'usul' tartışmaları, barış sürecinin usulüne ilişkin tartışmanın sürecin vizyonu ve hedeflerine göre çok daha fazla tartışılmasına neden olurken, hem kategorik olarak özerklikten siyasal ve ekonomik iktidar paylaşımına uzanan, Kürt Hareketi'nce öngörülmüş programın tartışılmasına engel oluyor, hem de tartışılmayan talepler ve hedefler etrafından kamuoyu önünde yapılan tartışmalar iktidar partisinin sürekli manipülasyonuna ve barış sürecinin iktidar partisinin iletişim stratejisi olarak algılanmasına neden oluyor. İktidar partisi vekilleri ya da yöneticilerinin barışa yönelik söylemleri de basında sık sık yer alıyor; ancak bu söylemlerin çoğu şahıslar ya da tarafların güvenilirliği ya da söylemleri üzerine söylenmiş cümlelerle sınırlı kalıyor.

Peki bu yeni bir yöntem midir diye baktığımızda, başlangıçta 'teröristlerle görüşülmeli mi?' gibi adeta tarih öncesinin siyasi kalıplarından kalma bir sorudan yola çıkarak bugüne kadar gelebilmiş sürecin, ağırlıklı olarak usul üzerine yapılan uzun süreli bir diyalogun sonucu olduğunu kim inkar edebilir? Buna bağlı olarak da usul tartışmasının, barıştan ve kazanımlarından daha fazla konuşulması, barış kelimesini ağzından düşürmeyen bir siyasal hareketin değil, barış sürecinin çatışmasızlık tarafını daha çok önemseyenlerin problemi olduğunu söyleyebiliriz. Ana muhalefet de dahil olmak üzere Türkiye siyasal yaşamındaki birçok legal partinin ve sivil toplum kuruluşunun bugün barış sürecinin meşruiyetine ilişkin tartışmalarda geri adım atmış olmaları, bu uzun soluklu usul tartışmalarının bir sonucu olmakla birlikte süreçle eş zamanlı olarak yükselen bir 'normalleşme' algısının da parçasıdır. Bu bağlamda da bugüne kadar barış sürecinden “Kürtler'in kazancı ne oldu?” sorusuna verilebilecek cevap, Ortadoğu'da süren savaş yüzünden pek de hissedilmeyen bir çatışmasızlıktan ibaret değildir.

Fisas'ın barış süreçleri kategorilerine döndüğümüzde Türkiye'de özerklik meselesinin bu kadar yüksek perdeden tartışılabilmiş olması, Kürt Hareketi'nin vizyon olarak bunu benimsemesi, birlikte yaşama iradesine ilişkin söylemin Kürt Hareketi tarafından ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından farklı tonlarda da olsa dillendirilmeye devam edilmesi, barış süreci dediğimiz sürecin yalnızca tek bir yüzü olarak değerlendirilebilir. Zira özellikle de Nuray Mert'in barış sürecine ilişkin “demokrasisiz barış olmaz” cümlesi üzerinden düşünüldüğünde, Fisas'ın 'mübadele' olarak adlandırdığı kategoriye bakmakta büyük fayda var. Barış sürecinde Sayın Öcalan'ın belirli periyodlarda gerçekleşen gerileme ya da kriz durumlarında ortaya koyduğu tarihler ve o tarihler etrafında yürüyen tartışmalar temel olarak çift yönlü güven arttırıcı yöntemlerle çözümlenmeye çalışılıyor. Çekilme ve süreci yürütenlerin legal durumu adına verilen yasal güvenceler, açık bir biçimde devletin ırkçı reflekslerinin sonucu olarak ortaya çıkan KCK davalarının teker teker çökmesi gibi hamleler her ne kadar barış sürecini olduğundan küçük göstermek isteyenler tarafından barış sürecinin olabilecek maksimum kazanımları olarak sunulsa da bunlar yalnızca AKP'nin güven arttırma yönünde attığı adımlar olarak ele alınmalıdır. Böyle yapılırsa, barış sürecinin genel hatlarıyla, Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye Cumhuriyeti açısından ne kadar geniş bir programa ve ne kadar geniş bir vizyona erişebileceği konusunda gerçekçi bir yüzleşme mümkün olabilecektir.

 

Peki süreç nerede?

 

Dünyadaki süreçler üstünden düşündüğümüzde mevcut barış sürecinin bulunduğu aşamayı şöyle özetleyebiliriz: Ön keşif (araştırma), tarafların iknası, delegelerin güvenliği, riayet etme garantisi, metodoloji, gündem belirlenmesi, yol haritası, üst-anlaşmazlığın açıklığa kavuşturulması, aldatmacaları bir kenara bırakma, güven sağlama, karşı tarafın tanınması ve üçüncü kişilerin rolünü kararlaştırma aşamalarında karşılıklı olarak mesafe alınmıştır. Tam da bu anlamıyla Sayın Öcalan'ın kamuoyuna yansıyan ve bizim de açıklamalarımızda yer verdiğimiz ifadelerindeki iyimser tavır, eleştirilerin aksine bir Polyanna'cılık değil, bugüne dek gerçekleşmiş barış süreçlerinin içerisinde alınmış mesafenin göstergesidir.

Bundan sonra ne olacak sorusu sıklıkla soruluyor. Bu soruyu yanıtlamak için dünyadaki örneklere bakmak yeterlidir. Artık meşru muhataplar yani asıl aktörler, mağdurlar ve etkilenenlerin göz önünde bulundurulduğu bir süreç yürüyecektir. Elbette sürecin bundan sonraki aşamalarının şeffaflığı gibi konular bizim açımızdan da hayatidir. Çünkü Kürt sorunu mahalli değil, küresel bir önem arz etmektedir ve tüm dünyanın gözünün burada olmasının nedeni de budur.

 

Darbe mekaniği

 

Nuray Mert Diken adlı sitede (http://www.diken.com.tr/baris-sureci-iktidar-ve-ilahi-sirri/) şöyle bir itirazı dillendiriyor. “…İşte tam bu noktada, yani işler iyice çetrefilleşince, yeniden dolaşıma sokulan ‘darbe tehlikesi’ giderek daha fazla seslendirilmeye başladı.

Zaten bugünlere böyle geldik; artık darbe tehlikesi tamamen ortadan kalktıktan sonra bile, her otoriter adımın önünden veya ardından, ‘darbeyi gösterip, AKP’ye razı etmek’ diye özetleyebileceğimiz bir çerçevede, ‘darbe tehididi’ dolaşımda oldu…”

Nuray’ın devamla “böyle demeseydi keşke” kabilinden, bana reva gördüğü sıfatları bir yana bırakırsak arızalı tespiti şudur: “artık darbe tehlikesi tamamen ortadan kalktıktan sonra bile…”

Sanırım öfke ve kızgınlık devreye girdiği için benim “darbe” değil “darbe mekaniği” dediğimi ıskalamış. Yine de “hata bende, günah bende, suç bende” diyerek ve komik duruma düşmeden derdimi anlatmaya çalışayım.

Bizim gibi ülkelerde darbeler biter ama darbe mekaniği bitmez. Bitmesi için darbe mekaniği ile esaslı bir yüzleşme ve hesaplaşma gerekir. Tabii ki bu hesaplaşmayı hem kamu vicdanında hem de hukuk önünde mahkum ederek sonuçlandırabilmek şartıyla.

 

Peki bizde darbeciler ve darbe mekanizmasıyla yeterince hesaplaşılabilindi mi?

 

Generalleri kapı kitleme usulüyle toptan derdest edilen ve esas komutanlarıyla beraber içeri atılan ama darbecilikten başka her şeyden yargılanan, ahirinde de alınmalarındaki sakillikle geri bırakılan bir ordu gerçeği var karşımızda. Öcalan bu operasyonu, “bir takım kirli suçlularla, çözümü isteyen subayların aynı çuvala konması operasyonuydu” şeklinde değerlendirmişti.

En başarılı teğmeninden tutun, en tepedeki komutanına kadar zelil edilen ordu, çıtını çıkarmayı bırak sitem bile edememişti. Sarhoşken bile nara atamayacak hale gelmişlerdi. Peki ne oldu da böyle oldu ya da şimdi ne değişti de teğmeninden komutanlarına varana değin hepsi naralanmaya başladılar? Mesela bir teğmen seçilmiş bir siyasetçimize hakkı ve haddi olmadan “topraklarımızdan çıkın!” diyebiliyor ve üst komutanlar bu hünerinden(!) dolayı onu çağırıp taltif edebiliyorlar. Mesela Genelkurmay web sitesi, zorlama haberler portalına dönüşebiliyor. Sıralı sırasız komutanlar, her mevzuda (askerlik harici) muhtıra gibi görüş beyan edebiliyorlar. Mesela MİT, mahkemenin kendisine devlet sırrı konusunda sorduğu soru için Genelkurmayı işaret edebiliyor. Aynı MİT çok değil, bundan iki yıl önce, TBMM darbe araştırmaları komisyonuna Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi yapılanması ile ilgili yaklaşık 4000 illegal ismi deşifre eden bir resmi yazı göndermişken hem de. Üstelik içinde akademisyeninden gazetecisine varan tonlarca isim için bir tek savcı bile harekete geçmemişken…

Devlet dediğimiz şey bir hakim sınıflar ittifakıdır ve kendi aralarında sürekli didişirler. Bu didişme bazen kanlı, bazen seçim manipülasyonları, bazen de savaş ihracı gibi kırk parçada ve kırk biçimde olur, olagelmiştir. Gladiovari yapılar bunun sahadaki operatörleridir. Biliyoruz ki bir zamanlar maaşları bile başka devletler tarafından ödenmekteydi. Bir paranoya ya da AKP’ye razı etme durumu söz konusu değildir. Bu yapıların hepsi bugünlerde oldukça şiddetli geçen bir iktidar paylaşımı mücadelesini ağırlıklı olarak Kürtler üzerinden gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Hizalanmayı görmek için günlük öfkelerden uzak bir bakış yeterlidir. Orada meselenin AKP ile sınırlı olmadığı ve günlük akılları hayli zorlayan bir hizalanmanın olduğu da görülebilir.

Darbe mekaniğini en iyi Doğan Güreş “Muhtıra ya da darbeye gerek yok ne istersek yapıyorlar” diyerek açıklamıştı. Tansu Çiller başbakan olunca bir “Bask Modeli” deyivermişti de asker ona üniforma giydirtip Cizre kırsalında aldırtmıştı soluğu… Onun bu tutumuna hislenen bir komutan ileride “fistan giyerim” diyecek kadar coşmuştu, hatırlayınız. Akabinde gelişen kanlı süreci hatırlamak, darbe mekaniği dediğimiz şeyin neye benzediğini de sezebilmeyi getirir. Aynı mekanik Davutoğlu için de devrededir ve bizler bunu an be an tüm detaylarıyla görebilmekteyiz. Kobane için toplanan kalabalığı sürekli gazlayan bir jandarma refleksinin başka bir refleksi tetikleyeceğini bilenler bunun çapını da az çok tahmin etmekteydiler. İşte darbe mekaniği böyle çalışır. En akil olan bile gelişmelerin aldığı kaotik hal karşısında demokratik mekanizmalardan değil de askeri tedbirlerden medet ummaya başladığında bu mekaniğin darbeyle sonuçlanması mukadderdir. Tek farkla; artık el konulacak radyo-tv istasyonlarının bolluğu ve güçlüğü dolayısıyla bir sabah genelkurmay başkanının sesi yerine meclise sunulmuş bir güvenlik paketi olarak çınlar! Okuyanın hükümet sözcüsü olması, yapılanın bir darbe olmadığı anlamına gelmez. Devlet ricali ve bu kaostan yağ çıkartacak yancılar bir çırpıda aynı çizgide hizalanırlar. İşte Kürt halkı ve onun öncüleri bu yüzden sizin güzel akıllarınızdan çok kendi hafızalarına müracaat etmeyi tercih ederler. Bin kere ölüp dirilenler onlardır çünkü. Hükümetin ve bir kısım aklı evvelin, son vebali Öcalan, HDP ve Demirtaş’a yüklemeye çalışması, darbe mekaniğini yağlamaktan başka bir işe yaramaz. Bu mekanik gıcırdayarak da olsa hep çalışıyor çünkü.

 

Sürecin ilginç hatıraları

 

İlk İmralı ziyaretimizle birlikte Öcalan’ın tarihi Newroz bildirisi için KCK’ye yazdığı mektubu Kandil’e götürüyorduk. Görünürde devlet ittifak içindeydi ve gidişimiz için tüm düzenlemeler ve onaylar (!) yapılmıştı. Kandile yaklaşık 10 km. kala F16 lar güzergahımızı bombalamaya başladılar. 4 gerilla yaşamını yitirdi. Kandil buluşmayı iptal etti. Tam geri dönüşe geçmişken Dönemin Adalet Bakanı ve süreçte büyük emek sahibi Sadullah Ergin, Genelkurmay’la görüşüldüğünü ve yeniden mutabakat sağlandığını bildirmişti de Newroz bildirisi öyle gerçekleşti. Paris Cinayeti, tam da Sayın Öcalan’la ilk görüşmelerin ve mutabakatların sağlandığı esnada olmuştu. Son Bingöl saldırısının arkasındaki dinamikler objektif bir soruşturmayla ve yayın yasaksız araştırıldığında ortaya çıkacak olan şey bu mekaniğin nasıl kusursuz ve hızlı çalışmaya başladığını gösterecektir. Şimdi anlatılamayacak sayıda ve nitelikte yüzlerce provokasyonu bizzat yaşadığımız için uyarılarımız vesvese değildir. Bölgeden çıkarı ya da korkusu olanlar da boş durmuyorlar elbet.

 

Dış mihraklar!

 

Günümüzün dış mihrakları Lawrence gibi değiller. Açık sinir uçları ve olası tıkanma noktaları hakkında esaslı öngörüleri var. Bir de buna karşı hazırlıkları.

Ne yapıyorlar?

Meyil veriyorlar!

Bir kez meyil verince her şeyin oraya akacak olması bir fizik yasasıdır çünkü, biliyorlar. Bu yüzden CNN’deki 5N1K programında söylediğim buzağı örneği komik olsun diye değildir. En basitinden bir farkındalık yaratmak içindir. Bunu komik bulmak, komik bile değildir deyip geçelim.

Ajan-provokatör faaliyetleri bir yana bırakabiliriz, gördüklerimizi ve bildiklerimizi bile söylesek destan olur. Görünür olanlara bakınca, yani ABD’den Almanya’ya, İngiltere’den Fransa’ya varana değin bölgede yaratılan yoğunlaşma karşısında en milliyet sevmez olanımıza bile şunu dedirtmez mi?. “Dağ bizim, maral bizim, avcı burda ne gezer? “

 

Peki barış sürecinin başarı şansı nedir?

 

Bütün bu karmaşanın içinden Barış Sürecinin başarı şansı üstüne konuşmanın kendisi tedirgin edici bir şey. Yine de bu konuyu biraz daha ayrıntılandırmak gerekiyor. 2011 istatistiklerine bakarsak o yıla dek dünyada yürümüş barış süreçlerine bakıldığında %25'lik bir tam başarı oranı görünüyor. %10'u aşkın bir oranda ise hala sürmekte olan ya da kusurlarına rağmen sona ermiş barış süreçlerinden söz ediliyor. Bunun aksine ise devletler açısından %36'lık askeri zaferle sonuçlanan çatışma/barış süreçleri görülüyor. Bu istatistikler her ne kadar çok 'aydınlık' bir tabloyu işaret etmese de aklın iyimserliğine sarılıp, Ortadoğu'da savaşın geçmişte olmadığı gibi bugün de bir çözüm yöntemi olamayacağı fikriyatını kabullenmek, hepimiz için belki en iyisi değil ama kuşkusuz en insani olanı olacaktır.

 

Son söz

 

Direnişin sıcaklığı ve heyecanının herkesi sardığı anlarda, içimizden bazılarına bir görev düşer. O da bu emek ve bedellerin, yitip giden canların boşa gitmemesi için, başka emellere hizmet etmemesi için “isyanın siyasetini ve diplomasisini” yapmaktır. Bu iş direniş çizgisinin en sevimsiz işidir ve kahramanlık getirmediği gibi kasabın bıçağını yalayıp duran günah keçiliğine de ilk sıralardan aday olmaktır bir anlamda. Biz bir kaç arkadaş bu bıçak sırtı görev için başından beri bu ince sırattan herkesin yarasız beresiz ve onuruyla geçmesine çabalıyoruz. Bizi eleştirin kuşkusuz bu bizim daha az yanlışla yürümemizi sağlayacaktır. Ama en azından asgari bir adillik ve dikkat beklemek de bizim hakkımızdır. Bütün dertli meseleleri tümden çözebilen tek bir direniş henüz icad edilmemiştir. Dediklerimizi hep en net olarak demekle ve bunun ödenmiş bedelleriyle maruf bizlere kurnazlık yaftası büyük haksızlık. Bu yaftaların dışındaki önerilerinizi de daha iyi duyabilmek istiyoruz ama ah keşke bu kadar yukarıdan gelmese sesiniz.

 

* Vicenç Fisas Armengol, Özerk Barselona Üniversitesi, Barış Kültürü Okulu’nda (Escola de Cultura de Pau – ECP) idarecidir ve aynı üniversitede Barış ve İnsan Hakları konusunda UNESCO’ya başkanlık etmektedir. Bradford Üniversitesi adına barış hakkında yaptığı çalışmalarla doktora unvanı almış ve barış süreçleri, silahsızlanma, barış üzerine araştırmalar ve anlaşmazlıklarla ilgili incelemeler hakkında 30′un üzerinde kitap yazmıştır. 1988′de İnsan Hakları Ulusal Ödülü’nü ve 2008′de Sosyal Girişim Ödülü’nü almıştır.

 

*HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in bu yazısı www.radikal.com.tr sitesinden alınmıştır.