Osman Başyurt*
Tanımsal açıdan baktığımızda korku, bir organizmanın yaşamını tehdit altında gördüğü zamanlarda ortaya çıkan tetiklemelerdir. Öyle ki tetiklemeler, psikopatolojik süreçler dışında,yalnızca gerçek bir tehlike ile karşı karşıya kalındığında ortaya çıkar. Bu noktada Christophe Andre’nin (2016) yaptığı korku ve alarm sistemi benzetmesi oldukça yerindedir: Bir araç veya ev alarmı hayal edin. Kilidin zorlanması gibi tehlike durumlarında bu alarm çevreyi uyandıracak kadar güçlü olmalıdır. Yeteri kadar dikkat çektikten sonra devre dışı kalmalıdır.
Evrimsel kişilik psikolojisi bağlamında incelediğimizde organizmaların yaşamlarını sürdürmelerine fayda sağlayan psikolojik mekanizmalar devam ettirilir. Tıpkı diğer hayvanlarda olduğu gibi insanlar da yaşamları boyunca korkmaya ihtiyaç duyarlar. Bu sayede tehlikeler karşısında en iyi şekilde mücadele etmemiz sağlanır.
Korkunun tehdit edici durumlarda devreye giren bir psikolojik mekanizma olmasının yanı sıra insanlar bilinçli olarak da korku arayışına girmektedir. Geçmişte kulaktan kulağa yayılan korku hikâyeleri artık yerini sinema filmlerine, video oyunlarına, kitaplara bırakmaya başladı.
Psikolojide korkunun çekiciliği üzerine araştırma yapan sosyal psikologlardan biri olan Jeffrey Goldstein’in “Why We Watch: The Attractions of Violent Entertainment (Neden İzleriz: Şiddet İçerikli Eğlencenin Çekiciliği)” isimli çalışmasının incelemesini yapacağız. Goldstein’in bu çalışması insanların neden korkmayı tercih ettikleri konusundaki cevapların farklılığını ortaya koyuyor.
Başlamadan önce şöyle bir not da düşmek istiyoruz. Yabancı literatürde violence kelimesinin Türkçe karşılığı "şiddet"tir. Türkçemizdeki şiddet kelimesi günümüzde genellikle "kavga, kaba kuvvet" anlamlarıyla kullanılmaktadır. Violence kelimesi ise bu anlamların dışında sergilenen davranış ve duygulardaki aşırılıklara da karşılık gelmektedir. Yani bir filmdeki kanlı ve korkutucu sahnelerin violence kelimesi ile ifade edildiğini görebilirsiniz. Okuyacağınız bu inceleme yazısında da "şiddet" kelimesinin karşılığı yukarıda anlatıldığı gibi kullanılmıştır.
Goldstein’in (1998) bulgularına göre korku filmleri, korku temalı video oyunları gibi şiddet içerikli eğlenceler cinsiyet değişkeni göz önünde tutulduğunda daha çok erkeklere hitap etmektedir. Bu durum daha çok gruplar içerisindeki erkeklerde görülmektedir.
Örneğin bir erkek çocuğu, odasında yalnız başına korku filmi izliyor olabilir ancak bu deneyimi üzerine içinde bulunduğu erkek grubunda konuşur, bunu onlarla paylaşır. Bu tür paylaşımlar erkekler arasında “kankalık” ilişkisinin oluşması adına önemlidir. Yani şiddet içerikli eğlenceler tek başına deneyimleniyor olsa bile belirli bir sosyal amaç gütmektedir. Öyle ki erkekler, bu tür sahneleri her ne kadar rahatsız edici bulsalar da kendilerini soğukkanlı, sakin, korkmayan biri olarak akranlarına ve nihai olarak kendilerine kanıtlamak için izleme yoluna gitmektedirler.
Biraz önce yukarıda okuduğunuz biyolojik cinsiyet ve kendini ispatlama çabasıyla ilişkili olarak cinsiyetler arasındaki farklılaşma bizlerin toplum içinde yarattığı cinsiyet rolleri ile ilgilidir. Şöyle ki Goldstein’in bu konuda ABD’de yaptığı bir etkinlikte bir grup ergen kız ve bir grup ergen erkeğe tamamen onların seçtikleri korku filmlerini izleme imkânı sunulmuştur. Bu gençlerin patlayan cesetlere, diri diri kesilen organlara karşı ne derecede korku hissedecekleri incelenmiştir. Her iki grup da bu kanlı “aşırılıkları” izlemeyi zor bulsa dahi grupların bu görüntülere farklı şekillerde tepki verdikleri görülmüştür. Film esnasında aşırılık içeren sahnelere geçildiğinde kızların ekrana biraz daha uzaktan bakıp kendi aralarında alakasız konular hakkında konuşmaya başladıkları; erkeklerin ise kendileri ile ekran arasındaki mesafeyi artırma konusunda kendilerini yeterince rahat hissetmedikleri ve kararlılıkla ekrana baktıkları gözlemlenmiştir. Etkinlik sonrası Goldstein’in görüştüğü genç kızlardan biri “bu sahneleri izlemek için bacağını acıyana dek sıktığını, kendisini oyaladığını” belirtiyor. Katılımcı erkeklerin ise kalıplaşmış erkek rollerine uygun davranmaya çalıştıkları anlaşılıyor.
Sonuç olarak toplumsal cinsiyet rolleri, kadınların korkmaya daha yatkın olmaları, erkeklerin ise tepkisiz ve katı kalmaları gibi yanlı beklentilerle her iki cinsiyet davranışlarını da şekillendirebilmektedir.
Goldstein’e göre (1998) insanların korku ve şiddet içeren sahnelere yönelmesinin bir başka sebebi de içinde yaşadığımız uygarlıktır. Uygarlaşma sürecinin bizlere tekdüze, rutinin dışına çıkmayan, heyecandan yoksun bir hayat sunması heyecan arayışımızı tetiklemektedir. Gündelik yaşamda acayiplikten uzak bir yaşam sürmemiz, okul-iş-ev üçgeni arasında kayboluyor olmamız bu sahnelerle aramızda bir bağ kurmamıza ve hatta o sahnelerin içinde yaşıyormuşuz gibi düşünmemize neden olmaktadır.
Korku filmlerinin çekiciliği üzerinde heyecan arayışının etkisini inceleyen McCauley’e (1991) göre de yüksek heyecan arayan bireyler, daha az heyecan arayan bireylere göre korku filmlerini daha çekici bulmakta ve beğenmektedirler.
Şiddet içeren filmlerin en bilinen özellikleri korkutucu ve heyecan verici olmalarıdır. Bu durum fizyolojik açıdan ele alındığında, organizmalar korku uyaranı ile karşılaştığında sempatik sinir sistemi uyarılmakta ve böbrek üstü bezlerinden salgılanan adrenalin hormonunun kan basıncını yükseltmesi ve kalp atış hızını arttırması, yaşanılan duyguların daha yoğun olmasına yol açmaktadır. Tabii ki bu tür sahne ve görüntüler bireyler üzerinde duygusal hasar da bırakabilir. Bireyi “sarsan” bu uyarımları hoş karşılamayanlar olduğu gibi hoş karşılayanlar da vardır. Goldstein’in (1998) çalışmasının bir diğer bulgusu da korku filmlerinin ortaya çıkardığı bu fizyolojik ve duygusal uyarılmaların bireyin duygularını serbest bir biçimde dışa vurmasına olanak tanıdığı ve bunlara bağlı olarak rahatlama duygusunu yaşattığı şeklindedir.
Korku öğelerinin bir başka özelliği sanal bir bağlamda da yaratılarak bizi içine çekebiliyor olmalarıdır. Yani tehlike ve korkuyla ilişkilendirdiğimiz duyguları güvenli bir biçimde deneyimlemek için bu yola başvuruyoruz. Az önce yukarıda sözünü ettiğimiz Goldstein’in çalışmasında da görüldüğü üzere kendimizi güvende hissetmediğimiz anlarda bu görüntüler, cazibesini ve bizim ilgimizi kaybetmektedir. Bu durumlarda istediğimiz her an bu sanal gerçekliğin dışına çıkmakta özgürüz.