Katherine Bruce-Lockhart
Nefret söylemi yani insanları bir gruba aidiyetleri üzerinden kötüleyen söylemler, ifade özgürlüğünün sınırlarının sürekli yeniden tanımlanmasını gerektirdiği için siyasi karar alıcıları uzun süredir uğraştıran bir mesele. Nefret söylemi tartışması, son olarak Westboro Baptist Kilisesi’ndeki askeri cenaze törenlerinde eşcinsel karşıtı protestolar ve Afrika Ulusal Kongresi Gençlik Ligi lideri Julius Malema’nın “Shoot the Boer” adlı şarkıyı desteklemesi örnekleri de dahil olmak üzere gazetelerde düzenli olarak karşılaştığımız konulardan biri. Nefret söyleminin bu tür örnekleri kayda değer kırgınlıklara neden olsa da her zaman doğrudan şiddete yol açmıyor. İfade özgürlüğü konusunda çalışan akademisyenler nefret söyleminin ne zaman “tehlikeli söylem”, yani “bir grubun diğerine karşı şiddet uygulama ihtimalini artırma ya da kolaylaştırma olasılığı taşıyan” söylem haline geldiğini kavramak için giderek daha fazla çaba gösteriyorlar. Siyaset bilimci Susan Benesch, nefret söylemi vakalarının analizi için kullanışlı bir model olarak söylemin tehlike derecesini belirlemek için beş temel nitel değişken ortaya koyuyor. Bu değişkenler konuşmacının nüfuzu, dinleyicilerin korku ve sıkıntıları, söz ediminin şiddete çağrı olarak anlaşılıp anlaşılmadığı, toplumsal ve tarihsel bağlam ve söylemin yayılma biçimi olarak sıralanıyor.
Son yirmi yıldır kayda değer şiddet deneyimleri yaşamış iki ülke olan Ruanda ve Kenya nefret söyleminin nasıl ve ne zaman tehlikeli söylem haline geldiğinin anlaşılması için yararlı örnekler olarak karşımıza çıkıyor. Ruanda soykırımındaki ateşleyici rolü detaylı biçimde belgelenmiş olan Radio Télévision Libre des Mille Collines (Radio RTLM) tehlikeli söylem için eksiksiz bir örnek teşkil ediyor. Soykırımdan kurtulanlardan birinin ifadesine göre, “radyo ‘düşmanınız Tutsilerdir’ diyerek insanları olaylara katılmaya teşvik etti. Radyo bu tür beyanlarda bulunmasaydı insanlar saldırıya girişmeyecekti.”
Bu tür görüşler, Radyo RTLM’nin nefret söyleminin soykırıma varan şiddet olaylarına katılımı artırdığına dair nitel bulgular tarafından da destekleniyor. Harvard Üniversitesi’nden siyaset bilimci David Yanagizawa-Drott, Ruanda üzerine bir araştırmada radyo yayınının şiddet olaylarına katılıma etkisini belirleyebilmek için soykırımla ilgili binin üzerinde köyden toplanan örneklerden oluşan veri setleri kullandı.Yanagizawa-Drott’un bulguları nefret söylemi üzerine çalışan akademisyenler için son derece yol gösterici. Araştırmaya göre radyo yayınlarının ulaştığı topluluklarda sivil şiddet yüzde 65, örgütlü şiddet ise yüzde 77 artış gösterdi. Toplamda soykırım saikiyle işlenen cinayetlerin yüzde dokuzunun, başka bir deyişle kırk beş bin Tutsinin ölümünün Radyo RTLM’nin kışkırtmasıyla yaşanan şiddetin sonucu olduğu tahmin ediliyor. İstatistikler tehlikeli söylemin sözcükleri, neticeleri şiddetin kol gezdiği ortamlarda yaşayanlar için ölümcül olabilecek şekilde eyleme dönüştürme gücünü gösteriyor.
Tehlikeli söylemin engellenmesi için faillerden hesap sorulması gerekiyor ancak bu, söylemin şiddeti tetiklediğini gösterebilecek kesin kanıtların varlığını gerektiren bir görev. Savcıların Radyo RTLM mensuplarını “açıkça Tutsi etnik grubunun yok edilmesi” çağrısında bulunmaktan suçlu bulduğu Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) de dahil olmak üzere bu meseleyle ilgili hukuki emsallerbulunuyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi halihazırda Kenyalı radyo yayımcısı Joshua Arap Sang’ın zanlı sandalyesinde oturduğu ilk tehlikeli söylem vakasıyla uğraşıyor. Sang 2007 ve 2008 yıllarında ülkedeki seçim sonrası yoğun şiddet olaylarının ardından UCM tarafından hakkında insanlığa karşı suç işlediği iddiasıyla dava açılan dört Kenyalıdan biriydi. Kalenjin dilinde yayın yapan radyo kanalı Kass’ın yayımcılarından biri olan Sang siyasetçi olmayan tek davalıydı ve bu yönüyle ifade özgürlüğü üzerine çalışan araştırmacılar için ilginç bir örnekti. Diğer zanlılar ise mevcut Başkan Uhuru Kenyatta ve Başkan Yardımcısı William Ruto’ydu. Sang cinayet, belli bir nüfusun sürgün edilmesi ya da zorla göç ettirilmesi ve işkenceyle suçlandı.
28 Mayıs’ta başlayan Sang davası UCM’nin söylem ve şiddet eylemleri arasındaki ilişkiyi kanıtlama yeteneği açısından önemli bir sınavdı. Sang vakası birçok açıdan Benesch’in tehlikeli söylem kıstaslarını karşılıyor gibi duruyor. Kalenjin etnik grubu için oldukça yüksek nüfuza sahip bir konuşmacı olan Sang’ın programı her gün dört buçuk milyon Kenyalıya ve Kalenjin diyasporasına ulaşıyor. Dinleyici kitlesi seçimde Kalenjin grubunun çoğunluğu tarafından desteklenen Raila Odinga’ya karşı hile yapıldığına inandığı için belirli bir sıkıntıları da var. Sang’ın söyleminin tarzı silahlanmaya çağrı olarak anlaşılabilir, zira “savaş başladı” ve (Sang’ın da mensubu olduğu etnik grup olan) hayvancılıkla geçinen Kalenjin ve tarımla geçinen Kikuyulara atıfta bulunan “süt insanları otları kesmeli” gibi ifadeler kullandığı iddia ediliyor. Toplumsal ve tarihsel bağlam da çatışmaya müsait çünkü Kenya 1992’den bu yana her seçim sürecinde şiddet olayları yaşayan bir ülke ve Kalenjin ile Kikuyular arasında arazi anlaşmazlıklarından kaynaklanan uzun bir geçmişe dayanan ihtilaflar bulunuyor. Son olarak radyo yerel dillerdeki tek medya kaynağı olduğu için Kenya’da güçlü bir iletişim aracı ve dolayısıyla daha az eğitimli ya da kırsal kesimde yaşayan vatandaşlar tarafından diğer medya kaynaklarından çok daha kolay erişilebilir durumda.
Sang vakası tehlikeli söylem sınıfına uyuyor görünse de davanın sonucu kesin olmaktan uzak. Ruanda’daki RTLM davasından farklı olarak Kass’ın seçim dönemindeki radyo programlarının çok azının metinlerine ulaşılabiliyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne göre Kass radyosunda yayınlanan nefret söylemi yayıncılardan çok program katılımcılarına izafe ediliyor, bu da suçun kime ait olduğunu muğlaklaştırıyor. Sang masum olduğu fikrinden taviz vermiyor ve kendisini savunmak için ifade özgürlüğü ilkesine dayanıyor. Keith Somerville’in 2012 yıllında yayımlanan Radio Propaganda and the Broadcasting of Hatred (Radyo Propagandası ve Nefret Yayıncılığı) adlı kitabındaki ifadesine göre, Sang suçlu bulunmasının ifade özgürlüğüne darbe vuracağını savunuyor: “İşimi profesyonelce yaptığımdan eminim, beni Lahey’e götürürlerse gazetecilere ne anlatacaklar?” Sang davasının sonucu Kenya’da yerel dilerde yayın yapan radyo kanallarının özgürlüğünü ciddi biçimde etkileyecek ve tehlikeli söylemin şiddet içeren bağlamlarda daha kapsamlı bir biçimde kavranmasına katkıda bulunacak.
Sonuç itibariyle, nefret söylemi ve tehlikeli söylem arasındaki farkın anlaşılması için daha fazla araştırma ve tartışma gerekiyor. Kenya, Ruanda ya da yakın zamanda ciddi şiddet sarmalından geçmiş başka herhangi bir ülkede tehlikeli söylem kategorisinin tanımlanması hayati bir çaba. Bir söylemin ne zaman, niçin ve nasıl şiddete davetiye çıkardığını belirlemek son derece zor ancak bu ifade özgürlüğü üzerine tartışmalar ve şiddetin engellenmesi çabaları için çok önemli bir mesele.
Katherine Bruce-Lockhart St. Antony Kolejinde Afrika çalışmaları bölümünde Dahrendorf bursuyla yüksek lisans eğitimi alıyor. Kanada ve Güney Afrika’da gazeteci olarak çalışmış olan yazar Namibya, Nepal ve Kanada’da ifade özgürlüğü üzerine çalışan STK’larda araştırma ve programlama görevleri yürütmüştür.
26 Nisan 2013'te yayımlanan bu yazıyı, Türkiye'de yükselen nefret söylemini dikkate alarak yayımlıyoruz.