Muammer Brav
Afşin Kum’un ayı adlı kitabından uyarlanan Sıcak Kafa dizisi Netflix’te yayında. Dizinin yaratıcısı Mert Baykal ve başrol oyuncuları Osman Sonant ve Hazal Subaşı, Muammer Brav’ın sorularını yanıtladı.
Orhan Veli’nin unutulmaz mısralarından İstanbul’un orta yeri sinema’dan esinle "İstanbul'un orta yeri karantina!" dediğimiz Sıcak Kafa dizisi, zamanı belirsiz bir İstanbul’da geçiyor. Çok uzak olmadığını düşündüğümüz bir gelecekte geçen dizide, konuşma yoluyla bulaşan bir hastalık ortaya çıkmış ve bulaştığı insanların beyinlerini etkilemeye başlamış. Abuk sabuk konuşmaya başlayan hastalar, sağlıklılarla iletişim kuramaz hale geliyor ve bu “abuklar”ın konuşmasına maruz kalanlar da abuklaşıyor. İnsanlar sokağa çıktıklarında kulaklıklarını takıyor, iletişim sıfır. Böyle bir atmosferde geçen diziyi, yaratıcısı ve bazı bölümlerin yönetmeni Mert Baykal ( diğer bölümleri Umur Turagay yönetmiş ) ve başrol oyuncuları Osman Sonant ve Hazal Subaşı’yla konuştuk.
Mert Baykal
-Sıcak Kafa dizisini, Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarladınız. Bu kitabı seçme nedeninizle başlayalım mı?
Mert Baykal: Aslında uyarlamak için bir roman aramıyordum. Okuyunca, Sıcak Kafa’nın anlattığı hikâyeyi, söylediği sözü, bana düşündürdüklerini, okurken zihnimde canlandırdığım dünyayı sevdim. İlginç ve yeniydi fikri ve sinemasal bir anlatıya çok yakışacağını düşündüm. Bir okur olarak çok keyifle okuyup sevdiğim bir kitap oldu. Okuduğu kitabın büyüsüne kapılmış bir filmci şapkasıyla baktığımda, müthiş potansiyeli olan bir fikri vardı, diğer yandan dizi formunda uyarlamak adına da zor bir roman Sıcak Kafa. Sadece yazım ve senaryolaştırma kısmı zaten başlı başına bir yolculuk olacaktı belli ki, fakat benim hayal ettiğim haliyle prodüksiyonel uygulaması da kolay telaffuz edilecek bütçelerle pek mümkün değildi. Bu anlamda riskli, cesaret isteyen, baş ağrıtabilecek bir işti kısacası. İşte sanırım biraz bu sebeplerden ötürü; bir meydan okuma olarak baktığım, farklı bir işe girişmenin heyecanı ve motivasyonu oluştu içimde… Kafamdaki Sıcak Kafa beni çok heyecanlandırıyordu diyebilirim.
-Ülkemizde de çok sevilen bir tür bilim kurgu. Ama üretimi son derece az. Sıcak Kafa bu anlamda da bir boşluğu dolduracak. Siz türün üretiminin bu kadar az olmasını neye bağlıyorsunuz ?
Mert Baykal: Bilmiyorum, bu tür az mı üretiliyor, neden az üretiliyor? Pek üzerine düşündüğüm konular değil açıkçası, gerçi Sıcak Kafa böyle bir boşluğu dolduracak olabilir elbette. Daha başka boşlukları da dolduracağını umuyorum. Ben Sıcak Kafa’nın bilim kurgu ya da distopik veya post-apokaliptik oluşuyla, daha doğrusu içine girdiği kategoriler ile ilgilendiğim zamanları da çok geride bıraktım sanırım… Yani temel olarak ilgilendiğim/diğimiz şey bu dünyayı tüm ayrıntılarıyla tasarlamaya çalışmak oldu; hikayeyi kurarken belli bir noktada türün dramaturijik ve yapısal gereksinimleri veya işin faydalanabileceği dramaturijik araçlar varsa, zaman zaman bunlar için türe dönüp bakmışızdır ama o kadar. Bilim-kurgu; edebiyatta ya da sinemada alternatif gerçeklikler yaratarak izleyiciye bugün bulunduğu durumla ilgili şeyler söyler, kurduğu o gerçeklik üzerinden bugüne ayna tutar, zaten bu yüzden kıymetlidir. Bizim hikayemiz nelere ayna tutacak? O günü anlatarak bugün ile ilgili ne söyleyecek? Bunlarla ilgilendik daha çok. Kurmaya çalıştığımız hikaye tür olarak bir macera en temelinde, bir koza karakter hikâyesi, dramadan da komediden de, başka bazı alt türlerden de faydalanan, fon olarak sırtını distopik/post-apokaliptik bir İstanbul’a yaslayan ve sonuçta bütün bu karanlığın içinde bir umut hikâyesi anlatan bir iş.
Dizinin en başarılı olduğu noktalardan biri me+aan tasarımları ve görsel dünyası. Bu dünyayı nasıl kurguladınız?
Mert Baykal: Ciddi bir tasarım işi vardı. Görsel tasarımda rota belirlemek adına fikir alışverişleri çok erken başladı. Sıcak Kafa’nın prodüksiyon tasarımını yapan sevgili Zeynep Koloğlu bu projeden neredeyse ilk haberdar olanlardan. Benim Netflix’e işi sunarken oluşturmaya başladığım, yabancıların “Show Bible” dedikleri, Sıcak Kafa’nın kullanma kılavuzu denebilecek bir dosyamız vardı. Kurulacak bu dünya neye benzemeli? Nasıl gözükmeli? Ne hissettirmeli? Atmosferiyle, rengiyle, dokusuyla dünyasına referans olacak bu dosya, bir kılavuz haline geldi. İş ilerledikçe konsept çizimleri başladı, bu noktada işin içine hem prodüksiyon tasarımcımız Zeynep, hem görüntü yönetmenimiz Yon Thomas, hem VFX süpervizörümüz Özgür Yiğit, storyboardlarımızı da çizen, sonrasında ek konsept tasarımlarımızı da yapan arkadaşımız Korkut Akaçık dahil oldu ve yazı ve reji ekibiyle birebir çalışmaya başladılar.
Mert Baykal: Covid pandemisi ve kapanmaların olduğu dönemde çevrimiçi bazı uygulamaların çok faydasını gördük, “online beyaz tahta” dedikleri türden bir uygulama, tüm yaratıcı ekibi tek bir sayfa üzerinde, işi görsel olarak hayal edip, kendi aramızdaki görsel iletişimi kurabilmemizi sağladı. Aklımızda olanın kendi aramızdaki görsel iletişimini hazırlık sürecinde iyi yapabildiğimizi düşünüyorum. Çok fazla küçük parçadan oluşan, çok detaylı bir çalışmayla çıktı iş ortaya.
Her bir görsel tasarım, hikâyeye dair bir fikrin yansıması tabii ki… Artı 1, bir araya gelmiş farklı insanların oluşturduğu bir topluluk, onların mekânlarında bu “bir araya gelişi” hissetmek mümkün, buluntu malzemelerden, ne biliyim eski kapılardan, pencerelerden duvarlar tasarladı Zeynep Artı 1 için. S.M.K. duvarlar ören bir yapı, hem renk hem mekan tasarımlarında betonu baskın olarak görmek istedik… Salgınla Mücadele Kurumu’nun kurumsal bir grafik bütünlüğe de ihtiyacı vardı mesela, Logosundan, Anton’un elinde tutacağı antetli kağıda, ekranlarda göreceğimiz screensavera kadar bir tasarım gerekiyordu. Bu noktada Türkiye’nin önde gelen grafik tasarımcılarından, art direktör dostumuz Cem Akar devreye girdi. SMK markasının kurumsal kimliğinin tasarımı için bize bir markaya hizmet verircesine destek oldu…
Her aşamada, hikâyenin ve yaratmak istediğimiz dünyanın günlük işleyişine dair fikrimiz daha da oturdu ve bu unsurları filmciler olarak, pratikte nasıl uygulayabileceğimiz üzerine kafa patlattık.
Toparlamam gerekirse prodüksiyon tasarımının kapsadığı alan içinde; kostüm ekipleri, sanat ekipleri, dekor ekipleri, saç, makyaj ekipleri çok detaylı ve kapsamlı bir iş çıkarttılar. Kostüm tasarımcımız İnci ve ekibi de kurduğumuz dünyanın sosyal ve ekonomik gerçekliği içinde yine tasarım gerektiren Abuk kostümlerinin ve SMK dünyasının kostümlerinin altından çok başarılı bir şekilde kalktı, bir sürü farklı kulaklık tasarımı yaptılar, çok yaratıcı şeyler çıktı ortaya. Yon, kamera, ışık ve set ekipleriyle müthiş bir atmosfer kattı bütün bu dünyaya.
Sıcak Kafa’nın görsel dünyası bu şekilde kuruldu.
-Tilbe Saran’ın oynadığı Anne karakteri kitaba göre hayli olumlu hale getirilmiş. Kitapta tam tersiydi. Annesinin onu sevmekten vazgeçmesinin nedenleri üzerine hayli düşünüyordu Murat ve çok sertti duygu. O sertliği mi törpülemek istediniz?
Mert Baykal: Murat’ın annesi, bir karakter olarak hikâyenin önemli bir parçası haline getirmek istedik… Emel benim babaannemden ilham alarak yazdığımız bir karakter… Eğitimli bir kadın, mühendis; sudoku çözmeyi seviyor, aklını sağlam tutacağına inanıyor, oldukça sarkastik, her durumla baş edebilecek, kimseden yardım istemeyen, çok sigara içen, ara ara sakinleşmek için alt dolaplardan koyu yeşil şişeler çıkaran, evde boş durmamak için radyo parçası lehimleyen, apartmanın çocuklarına ders verip, mor ışıkla bitki yetiştiren; fakat hayatında bir dolma sarmışlığı olmayan bir kadın. Bize göre, Murat’la aralarında salgından öncesine dayanan bir sıkıntı var… Kitaptaki sebeplerden farklı bir sıkıntı. Hatta 6. bölümde bir flashbackte görüyoruz ve hissediyoruz bu sıkıntının varlığını, fakat günden itibaren bu durum çok daha farklı bir boyuta geçip bir şekilde baskılanıyor. Emel sert mizaçlı ve hareket alan bir kadın, ağlak Makbule’ye de, Murat’ın kararsız ve kendini kapatmış hallerine de tahammül edemiyor. Fakat Emel bir anne, oğlunun hayatı tehlikeye girdiği anda aralarındaki meseleleri (en azından Murat tekrar güvende olana kadar) kenara koyup oğlunu yanına geçecek bir karakter. Murat da kitaptaki karakterden farklı, fark etmişsinizdir, annesi ile ilgili bir derdi, tabii ki var, ama asıl derdi kendisiyle.
-Çekimlerin pandemi dönemine denk gelmesinin yarattığı olumlu/olumsuz etkiler neler oldu?
Mert Baykal: Her gün, yaklaşık 180 kişilik bir ekiple sete çıkılıyordu. Covid-19’ un en yoğun olduğu, tüm ülkenin kapandığı dönemde, özel izinlerle sokağa çıkıldı ve çekimler bu izinlerle yapıldı. Yapımcılarımızdan Fatih Tekşal, işin sonunda evrak ve muhasebesel işlerin kapatmalarını yaparken anlatmıştı, bakmış ki: Hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci boyunca 8000’den fazla Covid testi yapılmış sette, 100.000’den fazla maske kullanılmış. Fakat işte ne kadar önlem alınırsa alınsın, hazırlık ve çekim sürecinde yaklaşık 75 arkadaşımız Covid oldu, bu rakama, hem işin ilk günü hem de post prodüksiyonun sonunda covid olmayı başardığım için ben de dahilim. Fakat ne yazık ki, bazı arkadaşlarımız çok ağır geçirdi, ciddi badireler anlattılar.
Tüm zorluğunun yanında, bize yazarken acayip bir perspektif kattı, bir pandemiyi bire bir yaşarken Sıcak Kafa’nın senaryolarını yazmak… Pandemi öncesinde kurduğumuz fikirlerin sağlamasını yapabilme fırsatı verdi. Ve tabi ki İstanbul’u belki de hiçbir zaman bulamayacağımız kadar boş olarak koydu hayat önümüze çekerken de bunun faydalarını hissettik tabi ki.
-Peki çekim sürecinde (pandemi ve yarattığı koşullar hariç) sizi en çok zorlayan şey veya şeyler neydi?
Mert Baykal: Dünyayı inandırıcı kılmak çok önemliydi ve bunun için, önce benim bu dünyaya inanıyor olmam gerekiyordu, bazı kilit sahneler vardı ilk üç bölümde, bu sahnelerin çekimleri zorlu oldu… Bazı durumlar için tek referansınız yazıp hayal ettiğiniz şey olunca, zaman zaman “kendiniz çalıp kendiniz oynaMAdığınıza ikna olmakta zorlanıyorsunuz…”
-Distopik işlerde genelde zaman hep gelecektir. Dizideyse bana geçen his, zamanın “bugün” olması. Ne dersiniz?
Mert Baykal: Zamanın bir muamma olmasını özellikle istedik, geçmişte geçmediği aşikar olacak şekilde, zamandan bağımsız, hatta neredeyse paralel bir evrende geçiyor hissi vermesini hedefliyorduk… 3 sene sonrası mı? 13 sene sonrası mı? 23 sene sonrası mı? hepsi mümkün olabilsin istedik…
Dizinin başrolündesiniz. Senaryoyu ilk okuduğunuzda karaktere dair düşündükleriniz aklınızda mı? Projenin ve karakterin hangi yönleri size cazip gelmişti?
Osman Sonant: Hikâye, işin duygusu, inadı, hüznü, coşkusu; içe kapanmış ve teslim olmuşlukta Murat’a biraz benzemiş olmam belki..
Ülkemizde az sayıda örneği bulunan distopik bir işte çalışmanın bir aktör olarak avantaj veya dezavantajlarından bahsetmek mümkün mü?
Osman Sonant: O distopya duygusu için o kadar iyi bir hazırlık dekor kostüm yapılmıştı ki zorlanmadım desem yeridir.
“Aşk şart ve koşullar ne olursa olsun, kaçınılamayacak bir duygu” fikri de ön plana çıkıyor dizide. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Osman Sonant: Aşk en zor koşullarda hayata tutunma şeklimiz olabiliyor evet haklısınız.
Yaşadığımız ve henüz geçip, geçmediğini bilmediğimiz bir pandemiden sonra, böyle bir diziyi izlemek hem çok cazip, hem de ürkütücü. Ben bu hislerle izledim. Siz ne dersiniz?
Osman Sonant: Çekerken çok ürkütücüydü ama işimize o kadar yaradı ki hem işi anlamak hem de uygulamak adına.
Sıcak Kafa mizah duygusunu hep hissettiren bir iş. Sizin oyunculuğunuz da bu duyguyu çok iyi yansıtıyor. Bu tür ve mizah bir araya pek gelmez. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Mizah bu işte rahatlatıcı bir unsur olarak ihtiyaçtı, biz de çok ciddiyeti bozmadan ama arada nefes almak için başvurduk mizaha. Nasıl bugün sıkıntılarla ancak mizah sayesinde başa çıkabiliyorsak Sıcak Kafa evreninin de doğal bir mizahı olmalıydı.
-Senaryoyu ilk okuduğunuzda Şule karakteri için neler düşündünüz ?
Hazal Subaşı: Distopya benim izlemeyi ve okumayı en sevdiğim tür çocukluğumdan beri. Çok heyecanlandım ve çok merak ettim nasıl bir senaryo okuyacağımı. Her karakterin boyutlu olması, yaşanan salgının çok düşündürücü olması, senaryoda her şeyi betimleyebilecek kadar o dünyaya ve karakterlere ait detay olması beni çok etkiledi. Şule’den tamamen bağımsız, bu dünyanın içinde olmak istedim zaten hemen. Şule’nin gücü, davası, vazgeçmeyişi, direnişi, umut nediri gösterişi, hayal kırıklıkları, mutlulukları, her duygusu, her sahnesi o kadar güzeldi ki. İlk andan beri kendimi çok iyi hissettim ve bir an önce çekimlere başlayalım istedim.
-Şule cesur ve kararlarını uygulamakta gözüpek bir karakter. Sizden izler taşıyor mu Şule?
Hazal Subaşı:Doğru olduğuna inandığım bir şeyi gerçekleştirmek söz konusu olduğunda ben de Şule gibi kolay pes etmem. Hızlı karar veren, net biriyimdir. Hiçbir şeyin imkânsız olduğuna, yapılamaz olduğuna inanmam. Benzediğimiz çok yön var aslında ama mesela Şule kadar hırslı biri olamadım hiç. Öyle bir durumda, yani bu salgın yaşanırken nasıl biri haline gelirdim, Şule’ye ne kadar benzerdim ya da ne kadar ayrışırdık pek kestiremiyorum o kısmı.
-Pandemi günlerinde böylesi karanlık bir dünya tasviri içinde çekimlerde olmak nasıldı, biraz o günlerden bahseder misiniz?
Hazal Subaşı:Gerçekten bazı zamanlar çok tuhaf hissettirdi. Kayıtta maskeleri çıkarıp kulaklık takmak o an yaşadığımız pandemiyi daha çok düşündürdü. İstanbul’u doğalında öyle boş görmek, özel izinlerle, sadece sokakta biz varken çekim yapıyor olmak Sıcak Kafa dünyasını da daha fazla hissetmemize neden oldu.
-Kariyerinizde hayli bir yere sahip olacağını düşünüyorum Sıcak Kafa’nın. Katılır mısınız?
Hazal Subaşı:Kesinlikle. İlk başta okumaktan, sonrasında Şule olmaktan ve bu projede çalışmaktan inanılmaz keyif aldım. Çok emek verilmiş, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir iş bu. Saygıyı sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum. Kariyerimde Sıcak Kafa’nın, Şule’nin olması çok mutluluk ve gurur verici benim için.