Bugün kadınların seçme hakkının tanınmasının 79. yılı. 5 aralık 1934'te kabul edilen bu hakkın tanınması için mücadele verenlerden biri de Türkiye'nin ilk kadın hakları savunucularından Nezihe Muhiddin. Muhiddin, Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan önce kurulan, Türkiye'nin ilk siyasi partisi Kadınlar Halk Fırkası'nın kurucuları arasında yer alıyor. Kadınlar Halk Fırkası'nın kapatılmasının ardından da kadın hakları için mücadeleye devam eden Muhiddin, 1935 yılında Yedigün dergisine söyleşi verdi.
5harfliler.com'da yer alan, Nezihe Muhiddin'in 1935 tarihli söyleşisi şöyle:
Nezihe Muhiddin Hanım’ın Harbiye’deki apartmanının salonundayız. Kadınlar Birliği’nin sabık reisi, duvarları tarih sayfalarına çeviren eski resimlerin sahiplerinden bahsediyor. Yarı şaka cevabıma gülerek büyük dedesi Ağa Hüseyin Paşa hakkında verdiği malumatı tamamladı: - Ağa Hüseyin Paşa, ilk Türk Seraskeridir de… Sonra onun tam karşısındaki yağlı boya portreyi işaretle ilave etti: - Bu da meşhur Tepedenli Ali Paşa’dır! Kocamın büyük babasının büyük babası oluyormuş… Eğer o şimdi sağ olsaydı, kocam prens, ben de prenses olacaktık! Nezihe Muhiddin Hanım’ın eseflenişindeki samimiyeti görünce, içimi çekerek iştirak eder görünmek mecburiyetinde kaldım: - Vah vah, çok yazık olmuş hanımefendi! Kadınlar Birliği Müessesi’nin, Tepedenli ile beraber ölen prenseslik hülyalarının, hasreti umduğum kadar uzun sürmedi. O, genç uşağa benim için ikinci bir likör emrettikten sonra güldü: - Kadınlar Birliği’ni de amma yazmışsınız ha! O yazıyı okuyanlar oradaki hanımların fotoğrafçınız önünde poz almaya çalışmaktan, sizinle konuşmaya vakit bulamadıklarını zannediyorlar! - Böyle zannedecekleri, yanılmayacaklarına temin edebilirim hanımefendi. Nezihe Muhiddin Hanım, sebebini cevabından anladığım bir kahkahayı zaptedemedi: - Demek ki beni de öyle zannettiğiniz için fotoğrafçınızı getirmediniz? - Estağfurullah efendim! Ele geçirdiğim konuşma fırsatını kaçırmamak için, soluk almadan söze başladım: - Hanımefendi, bir dostumun Kadınlar Birliği hakkındaki kanaatini arzetmekliğime müsade buyurulur mu? - Buyrun efendim! - Efendim, o: ‘Bir yerde, yangın zelzele gibi facialar vuku bulunca, hayır sahipleri, yardım komisyonları teşkil ederler. Bu muvakkat komisyon, elinden gelen muaveneti yaptıktan sonra, bittabi dağılır. Kadınlar Birliği, kadınlarımızın birçok içtimai mahrumiyetler içinde bulundukları bir devrede teşekkül etti. Onları, sahip olmaları lazım gelen haklara kavuşturmak gayesini güttü. Bugünün kadını, her sahada erkekle müsavi haklara maliktir. Binaenaleyh, bütün maksatlarını temin etmiş olan Kadınlar Birliği’nin elinden gelen yardımı yapmış bir muvakkat muavenet komisyonu gibi kendiliğinden dağılması lazımdır.’ diyor. Siz bu fikre iştirak ediyor musunuz? Nezihe Muhiddin Hanım, hakiki ve samimi kanaatini hassas hemcinslerini gücendirmeden ifade edebilmek için epey düşündü. Verdiği cevabı bir kelime değiştirmeden yazıyorum: - Meşrutiyetten sonra yeni baştan dünyaya gelir gibi olmuştuk. O sıralarda, dostunuzun söylediği maksatların temini için Kadınlar Birliği’ne lüzum vardı. Ve bu birlik bu lüzumdan doğdu. Her ‘yeni doğan’ gibi mırıldandık, sızıldandık, çırpındık… ‘Ağlamayana süt verilmez’ denir. Nitekim bize o kadar güzel gıda verdiler ki, bugün erken yetişmiş birer genç irisi halindeyiz. Avrupa’da okur yazar kadınlar, sade çayla, baloyla, sinemayla, modayla vakit geçirmekle iktifa edemiyorlar. Ve bir birlik teşkil etmişler. Orada toplanıp, ciddi, içtimai meseleler etrafında münakaşalar yapmanın, konuşmanın zevkini tadıyorlar. Bizim Kadınlar Birliği de pekala oradakiler gibi bir entelektüeller kulübü olabilir. Mesela benim tanıdığım ve temas ettiğim hanımların hepsi epeyce münevverdiler. - Söylediğiniz hanımlardan ekserisinin zevcleri çok kıskanç olacaklar! - Niçin? - Bu hanımların ekserisi hiç sokağa çıkmıyorlar da! Nezihe Muhiddin Hanım bunu derhal tekzip etti: - Ne münasebet efendim, her gün çıkarlar! Güldüm - Hanımefendi, ben ki mesleğim itibarıyla muhtelif muhitlere girip çıkarım. Emin olun ki tanışmak şerefini kazandığım hanımefendiler içinde ‘Münevver’ ismini taşıyanlar ‘Münevver’ sıfatına hak kazananlardan çoktur. Bu itibarla, iddianıza inanabilmek için bahsettiğiniz hanımefendilerin toplantılara çok az karıştıklarına hükmetmek mecburiyetinde kalmıştım. Ve neticelenmesi güç bir münakaşanın açılmasına mani olmak için derhal bir sual yetiştirdim: - Kadınlar Birliği’nin dünya sulhunu temine çalışmasına ne dersiniz? - Bu yeni bir şey değildir ki… İlk teşekkül ettiğimiz zamanlarda, Beynelmilel Kadınlar Birliği’ne dahil olmak istemiştik. Bize, sulh cemiyetine aza olmak lüzumundan bahsettiler. Kabul mecburiyetinde kaldık. Fakat asıl mesele, sulha hizmet yolunda yapılacak işleri tayinde isabet göstermektir. Sulh, ‘Uyusun da büyüsün yavrum ninni! Dövüşmesin, harp etmesin, ninni!’ kabilinden ninnilerle çocuk yetiştirmekle temin olunamaz. Halbuki, Beynelmilel Sulh Cemiyeti’nin misyoner azaları, güya sulhu temin maksadıyla verdikleri konferanslarda dinleyicilere miskiyane bir sabır telkin etmeğe çalışırlar. İçlerinden bir tanesini bilirim ki, bir konferans kürsüsünde hançeresini patlatıncaya kadar bağırıyor ve ‘Hanımlar,’ diyordu. ‘Hz. İsa’nın başına iğneli taç konuldu. O, buna boyun eğdi. Yüzüne tokat attılar, öbür yanağını uzattı. Hemcinslerimizin cephelerde birbirlerinin kanlarını içmelerine şahit olmak istemiyorsak, koca peygamberden ibret alalım!’ Fakat gayet garip bir tesadüf bana öğretti ki, bu fetvayı veren sulhperver bir hanımın oğlu, ta bilmem nereden kalkıp da Anadolu’ya saldıran düşmanlar ordusunun safları arasında idi. Bu misal, gayet iyi gösterir ki, insani hislerden dem vuran sulh konferansçılarının miskinlik telkin eden nazariyeleri, menfaat çarpışınca derhal iflasa mahkumdurlar. (…) - Hakkınızda yazılan tenkitler sizi kızdırıyor mu? - Yo, katiyen… Hatta hoşlanırım. Mesela, ben Birlik’teyken, karikatürlerimi yaparlar, türlü türlü tenkitler, alaylar ederlerdi… Bunları alınca bir odaya kapanıp saatlerce, katıla katıla gülerdim.