Cumhuriyet yazarı Nuray Mert, Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği'nden (AB) ayrılma yönünde karar vermesiyle ilgili olarak, "Türkiye’nin AB ile bağının kopmasının ne kadar arzu edilen bir seçenek olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Ama bu toptan yeni ve şaşırtıcı bir gelişme değil, Erdoğan ve AK Parti çoktan AB’yi bir ayak bağı olarak görmeye başlamıştı" dedi. "Türkiye’nin AB üyesi olabileceğine bir dakika olsun inanmadım, o nedenle özel statü, özel ilişki formülünün daha gerçekçi olduğunu düşünüyordum, halen de öyle düşünüyorum" diyen Mert, "Dahası, Türkiye’nin demokratikleşmesinin, AB üzerinden, yani taşıma suyla olmayacağını düşünüyordum ve hâlâ öyle düşünüyorum" ifadesini kullandı.
Nuray Mert'in, "Brexit ve Türkiye, ‘Oh olsun gâvurlara!’" başlığıyla yayımlanan (27 Haziran 2016) yazısı şöyle:
Gandi’ye “Batı medeniyeti hakkında ne düşündüğü” sorulduğunda; “İyi bir fikirolabilirdi” diye cevap vermiş. AB’de, özellikle Brexit’ten sonra yaşananlar, benzer bir imayı hak ediyor. “İyi olabilecek fikir” neydi, neden zora girdi, hatta sona yaklaştı, uzun boylu tartışmak lazım. Biz önce bizim ülkemizdeki yansımasına bakalım. Doğrusu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Cameron’un Türkiye’nin 3000 yılına kadarAB’ye girmesi imkânsız’ dedikten kısa bir süre sonra ülkesinin AB’den çıkması kararı vermesi ile alay etmesi hiç de haksız değil. Ama Türkiye’de, iktidar partisi ve hatta onu aşan bir çevrenin, AB’de yaşanan çalkantı dolayısı ile zil takıp oynaması anlaşılır gibi değil. Bu durumun izahı, olsa olsa, “Avrupa’nın karışması, sarsılması Türkiye’nin işine gelir, onların kötü duruma düşmesi, ne olursa olsun bizim için iyi bir şeydir” gibi bir mantığa dayanabilir. Sadece AB de değil, bu mantık “Batı dünyası ne kadar zora girerse, bizler için o kadar iyi” anlayışının bir sonucu. Batı dünyasını hâlâ “Haçlıların devamı”, dünya düzenini hâlâ “hilal ile salibin savaşı” olarak görenlerin böyle düşünmesi kaçınılmaz. “İş sahiden böyle midir” ve de “olayların seyribeklendiği gibi Türkiye’nin lehine mi?” diye düşünen yok. Yanı başımızda ve dahi tüm dünyayı etkileyecek bir krizin Türkiye için iyi olacağı fikri, sadece “oh olsun,beter olsunlar!” hıncından ibaret, bir adım ötesini hesap eden yok. “Bir adım sonra, işler Rusya ile kriz gibi aleyhimize mi döner” diye ders alan yok. Nasılsa öyle olursa, “Türkiye ile AB’nin arasını açmak için üst akıl devreye girdi” gibi bir dönüş yaparlar, olur biter. Şimdilik, “AB zayıflayınca pazarlık gücümüz artacak, İngiltere’yi Almanya’ya, onu Fransa’ya, Rusya’yı hepsine karşı kullanır, aradan sıyrılırız”sanıyorlar. Sanki, böyle bir ortam doğacak, Türkiye’nin gücü buna yetecek. Sanki geçmişte, bu yolla imparatorluğun çökmesi biraz gecikti, ama çökmesi engellenebildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu vesile ile “Biz de AB ile müzakereleri referanduma sunalım” çıkışı ve hemen ardından iktidar yanlısı basının muhtemel bir referandumun, AB lehinde sonuçlanacağı tahminleri yayımlaması, bu çevre açısından, Türkiye’nin AB ile bağının kopmasının ne kadar arzu edilen bir seçenek olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Ama bu toptan yeni ve şaşırtıcı bir gelişme değil, Erdoğan ve AK Parti çoktan AB’yi bir ayak bağı olarak görmeye başlamıştı. “AB Türkiye’yi üyeliğe aldı da biz mi karşı çıktık?”, “Bunca yıl bizioyalamadılar mı?” diyebilirler ve haksız da sayılmazlar. Ancak, şimdilerde mesele, sadece bir hayal kırıklığı ve küskünlük meselesi değil, AB kriterleri, yani insan hakları ve basın özgürlüğü sicili, demokrasi zaafları gibi konular artık toptan“Türkiye’ye karşı kurulan tuzak”, “Batılıların (ve hatta yeni Haçlıların) Türkiye’yi içerden fethetmek için kullandığı araçlar” olarak görülüyor, mevcut iktidar çevresi bunlardan kurtulmaya çalışıyor. İşin bu tarafını görmek lazım. Olmadı, olamazdı, orası ayrı da, iktidar çevresinin “iyi ki AB’ye üye olmamışız” diye düşündüğünden eminim.
Pek çok arkadaşımız “Sana ne oluyor, sen zaten AB karşıtı idin” diyebilir. Doğrusu, Türkiye’nin AB üyesi olabileceğine bir dakika olsun inanmadım, o nedenle özel statü, özel ilişki formülünün daha gerçekçi olduğunu düşünüyordum, halen de öyle düşünüyorum. Dahası, Türkiye’nin demokratikleşmesinin, AB üzerinden, yani taşıma suyla olmayacağını düşünüyordum ve hâlâ öyle düşünüyorum. “Türkiye’de iç dinamikler yetersiz, o nedenle dış dinamikle demokratikleşeceğiz” diyenlerin tembel demokrat olduğunu, bu yolla demokratikleşilemeyeceğini ve hatta ters tepmelerin yaşanabileceğini söylüyordum. Nitekim, taşıma suyla değirmen dönmedi; gün doğdu, devran döndü, yol almak bir yana, her şey tersine döndü, kendi kendimizle baş başa kaldık. Şimdi tam tersi, AB karşıtları için geçerli, “AB ile, dünya ile bağımızıkoparalım, içerde güçlenelim, demokrasiydi, özgürlüklerdi, böyle şeylere fazla takılmazsak Türkiye’yi kimse tutamaz, Büyük Türkiye’yi kurarız” hayaline kapılanlar avuçlarını yalayacaklar. Türkiye ne içerden umudunu kaybedip dış baskılarla demokratikleşebilirdi, ne de şimdi dünya ile bağını koparıp evrensel değerleri toptan yok sayarak güçlenebilir. Bırakın güçlenmeyi, bu kafa ile sorunlarını çözmek bir yana, boğazına kadar batar, gider. Zaten gitti, gidiyor.