Cumhuriyet yazarı Nuray Mert, İslami demokrasinin laiklikten hazzetmediğini vurgulayarak "demokrasi merakı nereden çıkıyor? Neden ‘milli irade’, ‘halkın iradesi’, ‘çoğunluğun oyu’ daha İslami olsun? Çoğunluk ‘İslami’ olandan sapmış olamaz mı? Yaratan, pek çok kavmi bu yüzden helak etmedi mi? Emin miyiz helake doğru gitmediğimizden?" diye sordu.
Nuray Mert'in "Referandum ve ‘AK Devrim’" başlığıyla yayımlanan (23 Ocak 2017) yazısı şöyle:
“Bizim ‘AK Devrim’imiz.. kanuni ve demokratik yollardan bir gerçek haline getirildi.. genel bir referandum yapıldı. Neticede devrim inkâr kabul etmez bir çoğunlukla onaylandı... Çoğunluk planımız lehine oy kullandı... Yabancı kuvvetler memlekette bir siyasi parti bolluğu yaratmaya koyuldular. Merak edilecek bir husus ise çıkarları birbiri ile ne derece çatışırsa çatışsın, yabancı kuvvetler ve bunların emrindeki organizasyonlar bir tek noktada birleşir görünüyorlardı. O da.. muhalefet etmekti...”
Yok, nisan ayı içinde yapılması muhtemel bir konuşmayı tahayyül ediyor değilim, bu ülkede olanlar pek çoğumuzun tahayyüllerini çoktan aştı. Yukarıdaki satırlar, 1963 yılında İran’da yaşanan ve ‘AK Devrim’ adı verilen reform hamlesinin Şah Muhammed Rıza Pehlevi tarafından takdiminden alındı. (AK Devrim, Tercümesi Muhammed Matin, Apa Ofset, 1968, İstanbul, sayfa 9, 12) Muhammed Pehlevi, “İran’ın bağımsızlığı, özgürlüğü ve milli şerefi gibi kıymetli mirasların kutsal bir emanet gibi bana teslim edilmiş olduğunu ve bunları kendimden sonraki nesillere daha zenginleştirilmiş olarak intikal ettirmenin başlıca görevim olduğunu hissediyordum... Samimi olarak, Tanrı’nın beni milletim için bazı şeyleri yapmak üzere görevlendirdiği kanısındaydım...” (sayfa 13, 20) diyordu. Muhtemelen gerçekten de samimi idi, sonuçta hiçbir yönetici, lider ülkesini bile bile felakete sürüklemek istemez. Dahası, reform hamlesi referandum ile halka sorulmuş, çoğunlukla kabul görmüştü, Şah’ın ifadesi ile “İran’ın büyük sosyal devrimi tam manasıyla demokratik bir şekilde gerçekleştirilmiş oldu” kanaatindeydi. Rıza Pehlevi, ‘devrimin felsefe ve ruhu’nu ise şöyle izah ediyor: “Her şeyden evvel, İran halkının ananelerine, ruhuna sadık olan öz İran devrimiydi. Biz bu devrimi halka, dışarıdan getirilmiş bir yabancı fikir olarak zorla kabul ettirmeye çalışmamıştık. Zira binlerce seneden beri düşünce ve din müesseselerinin önderliğini yapmış olan bir millete, başkalarından ödünç alma fikirleri kabul ettirmeye çalışmak, onun şan ve şerefini hiçe saymak olurdu” (sayfa 21). Referandum, başkalarından ödünç alma bir fikir değil de, İran halkının örf ve geleneklerinde var mıydı bilemiyorum. Ama sonuçta, neyin yerli, tarihi, milli olduğuna karar veren de kendisi ve çevresi idi. Bu konuda ‘İslami demokrasi’den bahsedenlerden pek farkı yok gibi görünüyor, geçenlerde bu yönde görüş beyan eden iktidar yanlısı ilahiyatçı için de laiklik, insan hakları, bireysel özgürlükler, yabancı, İslama aykırı fikirler ama seçimler, referandumlar, milli irade ‘İslami demokrasi’nin unsurları. Saltanat sistemi de, laik anayasa da onu tatmin etmiyormuş, oysa Müslüman ülkelerin çoğunda ve bilhassa Osmanlı tarihi boyunca saltanat sistemi geçerli idi. İslami demokrasinin laiklikten hazzetmediğini biliyoruz da, demokrasi merakı nereden çıkıyor? Neden ‘milli irade’, ‘halkın iradesi’, ‘çoğunluğun oyu’ daha İslami olsun? Çoğunluk ‘İslami’ olandan sapmış olamaz mı? Yaratan, pek çok kavmi bu yüzden helak etmedi mi? Emin miyiz helake doğru gitmediğimizden?